Popüler Bilim

Doğanın Mumyaları

Doğanın Mumyaları
Yazan : Zeynep TAŞDEVİREN Tarih : Kategori : Popüler Bilim Yorumlar : 0 Okunma : 8442 Beğen : 1

Doğru yerde ölürseniz, doğa cesedinizi doğal bir mumya olarak saklıyor… Kalıntıları görmek pek hoş bir şey olmasa da, doğanın müthiş bir biyolojik zaman kapsülü yaratması herkesi şaşırtıyor.

Mumyalama fikri nasıl doğmuş olabilir?

Ölüm geldiğinde, bırakın itibarı, bakışları bile koru­mak mümkün değil. Vü­cut birkaç saat içinde ka­tılaşmaya başlıyor, yüz hatları bo­zuluyor, uzuvlar sertleşiyor. Birkaç gün sonra da bağırsaklardaki bakte­riler kontrolsüz olarak çoğalmaya başlıyorlar; zararlı gazlar çıkıyor, vücut şişiyor ve çürüme başlıyor. Sıra böceklere gelince… Onlar ölü bedene hücum ettiklerinde, ceset hemen dağılmaya başlıyor. Tüm bunlar düşünüldüğünde, atalarımı­zın, liderlerinin ya da sevdiklerinin cesetlerini canlıyken göründüğü gibi tutmak için harcadıkları zaman ve çabaya şaşmamak gerek…

Firavun mumyaları pahalıya mal oluyordu, ama çöl bu işi fakirler için yapıyordu

Antik kültürlerin çoğunda, ölü bedenlere, bu ve öteki dünya arasında bulunan kutsal bir köprü olarak bakılıyordu. Antik Mısır’ın gelenek­sel, karmaşık ve son derece pahalı olan mumyalama işleminde, iç or­ganların dikkatle dışarı alınıp tuzla kurutulması 70 gün kadar sürüyor­du. İşin tuhafı, çöl kumuna gömülen Mısırlı fakirlerin cesetleri bile en zengin firavunlardan daha iyi koru­nuyordu…

Kurumanın çürümeden önce baş­ladığı durumlarda meydana gelen doğal mumyalama, ilk suni mumya­lamadan daha eskilerde de biliniyor ve sırf insanlarda değil, diğer canlı­larda da görülüyordu. 1992 yılında Antarktika’nın kuru kutup çöllerinde 100 bin yıllık ayı balığı mumyaları bulunmuştu…

Güney Amerika mumyalamaya 7000 yıl önce başlamıştı

Kalıntıları Güney Amerika’da Peru-Şili sınırı çevresinde bulunmuş olan Chinchorro antik kültürü, ölü­lerini mumyalamaya 7000 yıl önce başlamıştı. Biri öldüğünde bu kişi­nin hükümdar ya da din adamı ol­ması gerekmiyordu cesedi sıkıştırıl­mış kül çamuru ya da toprak ile dol­durulurdu. Daha sonraki yıllarda ise, cesetlerin üzeri yapışkan bir çamur­la sıvanarak mumyalandı. Bu çamur sertleştiğinde, cesedin çevresinde koruyucu bir kabuk oluşuyordu. So­nuçta, X ışınları altında incelenen bu sert mumyaların bugün bile sağ­lamlığını koruduğu anlaşılıyor.

İÇERİK RESİMLERİ

Chinchorrolular’ın, M.Ö. 1500 dolaylarında mumya yapmayı bırak­tıkları görülüyor…

Çünkü, dünyanın en kuru bölgelerinden biri olan bu yörede cesetler kendi kendilerine korunuyorlardı. Günümüze kadar bulunmuş olan 282 Chinchorro mumyasından 133′ü doğanın eseriy­di. Bu doğal mumyalar da, çamurla kaplanmış olan diğerleri gibi, sağ­lam kalmış uzuvlara, kemiklere ve dokulara sahiplerdi… Bu durum, ar­keologların, eski insanların sağlıkla­rı, alışkanlıkları, hayat beklentileri ve yeme alışkanlıkları hakkında pek çok bilgi toplamalarını sağladı. Deh­şet verici bir diğer buluş da bunların yüzde 40′ında, kemiklerin zarar gör­mesine neden olacak kadar mikroplu yaralar görülmüş olmasıydı…

Araştırmacılar mumyaları hastalıklar açısından da incele­meye alıyorlar Hatta, mumyalarda HIV bile aranıyor…

Doğal mumyaların, bir çeşit biyo­lojik zaman kapsülü içinde oluştuğu da söylenebilir. Güney Peru’nun eski insanları olan Chiribayalılar’ın ko­runmuş kalıntıları, Güney Amerika’ya kızamık ve çiçek gibi salgın hastalıkları getiren Avrupalı akının­dan önce, onların hangi hastalıkları geçirip hangilerini geçirmedikleri hakkında bilgi edinmemizi sağlı­yor. 1000 yaşındaki mumyalardan birinin eski sahibi yaşarken tüber­küloza yakalanmıştı. Bu da gösteri­yor ki, bu hastalık için en azından Colomb’u suçlamamak gerekiyor. Araştırmacılar, bu mumyaları baş­ka hastalıklar açısından da incele­meye alıyorlar. Hatta, mumyalarda HIV bile aranıyor… Böylece, AiDS’in gerçekten modern çağın bir hastalığı olup olmadığı gün ışı­ğına çıkarılacak…

İÇERİK RESİMLERİ

Çin’de ki mumyalar tip ve giysileri ile Avrupa’dan gelmiş gibi

Orta Asya’da, Tiyenşan Dağları’nın eteklerinde bulunmuş olan şa­şırtıcı derecede iyi korunmuş mum­yalar, erken tarihimizin kabul edi­len versiyonuna gölge düşürüyor. Çin’in Xinjiang bölgesinde bulunan 4000 yıllık 100′den fazla mumya­nın hepsi Avrupa’dan gelmiş gibi görünüyor. Çöl sıcağı; uzun burun, çukur gözler ve sarı saç gibi belir­gin beyaz ırk özelliklerinin korun­masını sağlamış… Üstelik, bu mumyaların üzerindeki giysiler de Almanya, Avusturya ve İskandi­navya’da bulunan dokuma parçala­rına çok benzeyen bir şekilde işlen­miş… Bu da demek oluyor ki eski Çin, düşünüldüğünün aksine dış dünya ile çok daha yoğun bir ilişki içindeydi. Belki de ata binmeyi ve tekerleği bu sarışın yabancılardan öğrenmişlerdi. Bilimadamları mumyaların DNA’larını bugünkü yerlilerle karşılaştırarak bu gizemli insanların Çin halkına karışıp karış­madığını bulmaya çalışıyorlar. Da­ha kuzeye doğru, Ukok Platosu üzerindeki Rus sınırının ötesinde bulunmuş olan Demir Çağı’na ait mezarlar, dövmeli erkek ve kadın­ların donmuş mumyala­rı, dokuma ürünle­ri, deri eşyalar ve hatta koyun ve at eti parçalarıyla dolu…

En ünlü doğal mumya “Buzadam Ötzi”

Tüm zamanların en ünlü doğal mumyası, hiç kuşkusuz, 1991 yılın­da Avusturya’nın Otztaler Alpleri’nde bulunan “Buzadam Ötzi” ninki… 5000 yıl öncesine ait olan Ötzi’nin cesedinin iyi korunmasındaki en önemli etken rüzgar… Ölümün­den sonra, ılık sonbahar rüzgarları cesedin kurumasına neden olmuş, daha sonra ceset bir buzla kaplan­mış. Ardından gelen müthiş bir fır­tına, Sahra kumunu buzun üzerine yapıştırmış, daha soma güneşle bir­likte buzlar çözülmüş…

Bu anlatımla ilgili bazı polemik­ler de yok değil. En önemlisi, cesedin kendisiyle ilgili… En yavaş bu­zullar bile 500-600 yıl içinde yeni­leniyorlar ve içlerindeki her şeyi boşaltıyorlar. Bu aşamada, buzulla­rın arasında kalmış cesetlerin tek kelime ile paramparça olacakları ile­ri sürülüyor. Çünkü, bu aşamada bir buzulun ortalama statik basıncı met­rekare başına 14-20 ton… Bu basınç altındaki cesedin tahribata uğrama­dan kalabilmesi hemen hemen ola­naksız… Oysa “Buzadam”ın dudak ve burun dışında fazla zarara uğra­madığı görülüyor. Bu noktadan ha­reket eden Ramer Henn, Ötzi’nin buzullar tarafından doğal biçimde de korunmuş bir ceset olmadığını, bir mumya olduğunu iddia ediyor… Doğanın başardığı en eski mum­ya Ötzi’nin ki ama her an her yerde bir ölüyle karşılaşmanız mümkün… Orta Meksika’da, Guanajauto’daki “Mumyalar Müzesi”nde yüzlerce mumya sergileniyor. 150 pesoya, tarih öğrencilerinden videolu Alman turistlere kadar bin­lerce kişi bu müzeye akın ediyor. Onlara karşı ilgimiz sadece bilimsel olamaz… Ya günün birinde hepimi­zi bekleyen ölümü merak ediyoruz ya da ölüleri, hâlâ öteki dünya ile aramızda kutsal bir köprü olarak görüyoruz… Cevap her neyse, açık olan tek şey, ölülerin de bir hikâye­leri olduğu…

İÇERİK RESİMLERİ

İyi bir mumya nasıl olur?

İnsan çürümeden önce toprakta ne kadar yatabilir? Bunun yanıtı, cesedin ne kadar derine gömüldü­ğüne bağlı… Ceset, yüzey ile 1 metre derinlik arasına gömülürse kurtlara ve solucanlara yem olur. Bu yaratıklar, cesedi bir yıldan da­ha az bir sürede iskelete dönüştürürler. Ceset iki metre derine gö­mülürse, 10 yıl sonra bile hâlâ üzerinde et olduğu görülür.

Cesedin ilk günkü halini koru­ması için yapılması gereken, onu dondurmak ya da mumyalamaktır. Ukok Platosu’ndaki mezarlarda bulunan Rus atlıları, korunmaları­nı, içlerine kadar sızan suyun top­rak altındaki ısı nedeniyle donmasına borçlular. Mumyaların çoğu, ılık ya da soğuk kuru havanın ölümden hemen sonra cesedi kurutmasıyla oluşmuş…

Her ne şekilde oluşmuş olursa olsun, doğal bir mumya ortaya çı­karılır çıkarılmaz çabuk davran­mak gerekiyor. Onların korunma­sını sağlayan kurutma işlemi, or­tamdaki en ufacık değişikliğe karşı çok hassas olmalarına yol açıyor.

İdeali, onların ısısı, ışığı ve nemlili­ği ayarlanmış ve mühürlenmiş sandıklara konulması… Alpler’de bulunan “Buzadam” saklandığı yerden iki haftada bir sadece 20 dakika çıkarılabiliyor. Herhangi bir şekilde sergilenmesi ise şimdilik mümkün değil… Öte yandan Rus atlıları, doğal olarak mumyalanan “Buzadam”ın aksine donmuşlar. Bu nedenle, onların çözülmesi çü­rüme riskini arttırıyor. Bu nedenle, Lenin’in cesedini korumakla yü­kümlü aynı eski Sovyet enstitüsü, çürüme işlemini önlemek için kim­yasal bir banyo geliştirmiş…

İÇERİK RESİMLERİ

Mumyaların en eskisi: Ötzi

Tatilde bir cesetle karşılaşmak her insana nasip olmaz… Helmut Simon ve karısı Erika da 1991′in 19 Eylülünde Ötzi’yi bulduk­larında tatildeydiler. Otztaler Alpleri’nde, 3200 metre yükseklikte bul­dukları şeyi önce bir oyuncak be­bek başı sanmışlardı. Ancak, bu­nun bir insan kafası ve vücudu ol­duğunu anlamakta gecikmediler. Ceset, İtalya ve Avusturya sınırın­da yatıyordu, İtalyan polisi ilgilen­mezken, Avusturya makamları onu bir plastiğe sararak Innsbruck’a götürdüler. Ceset değeri anlaşıl­dıktan sonra eksi 6 derece ve nem­lilik oranı yüzde 98 olan bir odaya alındı. Ötzi’nin buradaki aylık mas­rafı 10 bin dolar…

Ötzi’ye kimler sahiplenmedi ki?…

Üzerindeki ilkel aletlerden Öt­zi’nin çok eski çağlardan kalma çok değerli bir ceset olduğu anlaşı­lınca, Avusturya ve İtalya, cesedi sahiplenme konusunda tartışmaya girdiler. Gazeteler günlerce Ötzi’den bahsetti.

—Gazetelerde onun resmini gören İsveçli bir ka­dın, cesedin 1970’lerde buzullarda kaybolan babasına ait olduğunu ileri sürdü.

—Daha sonra bazı kadın­lar, Ötzi’nin donmuş spermlerin­den hamile kalıp, kalamayacakları­nı araştırmaya başladılar.

—Kimileri Ötzi’nin ruhuyla iletişim kurmayı denedi.

—Dahası, bazı eşcinsel ya­yınlarında, cesedin anal kanalında sperm bulunduğu bile ileri sürüldü.

Ötzi bilimadamlarıyla başbaşa kaldı

Tüm bu spekülasyonlar sona erdikten sonra, Ötzi bilimadamlarıyla başbaşa kaldı. Ancak, yine de bazı incelemeler ve radyokarbon tarihlendirmesi dışında bir şey yapıl­madı. Daha çok cesetle birlikte bu­lunan eşyalar incelemeye alındı.

İÇERİK RESİMLERİ

Yapılan incelemelere göre Ötzi,

—Esmer tenli, 25 ile 40 yaş arasında, 1.60 m. boyunda bir erkekti. Cese­dinin ağırlığı 48 kilogramdı.

—Cesedin özellikle ön dişlerinin yıpran­mış olması, sert yer tohumu yedi­ğini ya da dişlerini alet olarak kul­landığını gösteriyordu.

—Ağızda yir­mi yaş dişlerinin olmaması yaşadı­ğı zamana göre normaldi.

—Gözleri mavi,

—Yüzünün traşlı ve tırnak­larının kesilmiş olduğu,

—Birkaç ke­miğinin kırılmış, ciğerlerin de du­man bulunduğu gözleniyordu.

—Üstelik, hayattayken artrit ve damar sertliği problemleri de çekmişti…

—Kulağına süs için bir taş takmış ve vücudunun çeşitli yerlerine de döv­meler yaptırmıştı…

John Torrington’un uzun uykusu…

İngiliz donanması, 16. yüzyıl­dan itibaren İngiltere ile Hindistan arasında yeni bir yol ara­yışına girmişti. Hedef, aşırı soğu­ğa karşın Kuzey Denizi’nden ilerlemek ve Kanada’nın kuze­yinden geçerek Pasifik Okyanusu’na ulaşmaktı. Kraliyet Donanması’nın en yetenekli amiralle­rinden Lord John Franklin, 1845 yılının Mayıs ayında ‘Terror” ve “Erebus” adındaki iki yelkenli ile “Franklin Projesi” denilen bu yolculuğu gerçekleştirmek için İngiltere’nin Sheerness Limanı’ndan 134 denizciyle birlikte demir aldı.

Her şey 1847 yılının kışına ka­dar çok iyi gitmişti. İki yelkenli Kanada’nın kuzey sahillerine ka­dar en küçük bir problemle kar­şılaşmadan vardı. Ancak, 11 Temmuz 1847 yılında Amiral Lord John Franklin’in ani ölü­münden sonra işler tam bir fela­kete dönüştü, izleyen kış ayların­da patlayan korkunç bir fırtınada denizin soğuk suları gemilerden birini yutarken, diğer gemi rüz­garın şiddetiyle kayalara çarpıp parçalandı. Yüzbaşı Crozier, sağ kalan 105 denizciyle birlikte “Bü­yük Balık Nehri”ni yürüyerek ge­çip Hudson Koyu’na varmayı planlamıştı. Bu kilometrelerce yoldu ve üstelik eksi 50 gibi çok elverişsiz koşullarda yapılması gerekiyordu. Ayrıca, yiyecek sı­kıntısı had düzeydeydi. Nitekim, bu ekipten bir tek kişi bile Hud­son Koyu’na varamadı.

İÇERİK RESİMLERİ

Olay, denizcilik ve keşifler tari­hinin acı bir anısı olarak unutu­lup gitmişti

Ancak, bir kişi hika­yenin peşindeydi ve Eskimolar’ın ‘Beyaz insanların uzun yolculu­ğu” diye adlandırdıkları bu olayın bazı kahramanlarının cesetlerini bulmayı umuyordu. Doktor Owen Beatty, 1894 yılında Beechey Adası’nda yaptığı kazılarda maki­nist John Torrington’un hemen hemen hiç bozulmamış cesediy­le karşılaştı. 1 metre 78 santim boyunda ve 80 kilo ağırlığındaki makinistin giydiği pantalon bile sapasağlamdı. Ceset, sanki bir gün önce ölmüşçesine mükem­mel bir şekilde korunmuştu.

Ceset üzerinde yapılan araş­tırmalar sonucu, Torrington bü­yük bir olasılıkla 12 Eylül 1846 ta­rihinde ölmüştü. Torrington’un arkadaşları onu okyanusun de­rin sularına terketmek yerine, büyük bir olasılıkla hemen yakın­daki Beechey Adası’nın buzulları arasına gömmeyi tercih etmiş­lerdi. Tabutun içinden çıkan su, tabutun tahtasının parçalanması­nı önlemişti. Eriyen buzlardan tabutun içine sızan su, erime çok yavaş olduğu için, uzun bir süre içinde tabutun içini doldurmuş ve donduğu için de cesedi ve ta­butu korumuştu.

Cese­din ellerinin ve ayaklarının bağlı olması kolay yanıtlanamayan bir soruydu

Ancak, yine de açıklanması gereken bir durum vardı… Cese­din ellerinin ve ayaklarının bağlı olması kolay yanıtlanamayan bir soruydu. Doktor Owen Beatt’ye göre, John Torrington kesinlikle bir tutuklu değildi ve ceset üze­rinde yapılan otopsi, makinistin infaz edildiğine dair hiç bir belir­ti taşımıyordu.

Makinist, arkadaşları tarafın­dan önce denizcilik kurallarına göre elleri ve ayakları bağlana­rak denizin derinliklerine salın­mak istenmiş, ancak daha sonra bundan vazgeçilip buz kaplı ka­ra parçasına gömülmüştü. Böy­lece, John Torrington, buzullar tarafından korunan el değmemiş cesediyle, hazin bir sonla biten “Franklin Projesi”nin sanki tek canlı tanığı…

Tanrılara adanan genç kız…

Doğa koşullarının mumyalaştırıp koruduğu ce­setlere en son örnek ise, geçen yıl Peru’nun Ampato Dağı’nda bulunan genç İnka kadınının ce­sedi… 6300 metre yükseklikteki soğuk ve kuru ha­vanın koruduğu sanılan ceset, geçen yıl yine bu dağdaki bir volkanın patlamasıyla ortaya çıktı. Tanrılara kurban edilen genç bir kadına ait oldu­ğu sanılan bu ceset üzerinde, Ötzi’yi inceleyen Profesör Konrad Spindler ve ekibi çalışıyor. Otop­si sonucu ortaya çıkarılacak bulgularla, İnka kur­ban törenlerinin aydınlatılacağı belirtiliyor.

Palermo’da aile saadeti…

Palermo, Mafya’nın anavatanı Sicilya’nın başkenti… Maf­ya’nın, cinayetlerin ve ölümün kol gezdiği bu topraklarda, “ölüm”ün uğramadığı bir tek yer var; Paler­mo’daki “Capucine” yeraltı mezar­ları… Bugün Fransisken papazlar tarafından korunan bu mezarlarda mükemmel bir biçimde korunmuş çok sayıda mumya bulunuyor. Son günlerde halkın ziyaretine de açılan bu mezarlardaki mumya­larda, hem doğanın hem de insa­noğlunun ustalığının katkısı var. Mezarlarda ilk dikkati çeken şey, yoğun bir pas ve kükürt kokusu… Bazı bilimadamları, geçen yüzyıla ait cesetlerin böylesine mükem­mel bir şekilde korunmuş olmala­rının sırrını, bu yeraltı mezarının yoğun kükürtlü havasına bağlı­yorlar…

O tarihlerde Fransisken papaz­ların mumyalama tekniklerini çok iyi bildikleri bir gerçek…

Çünkü, salgın hastalıklar döneminde ölen kişilerin cesetlerinin mumyalan­ması ve korunması aşamasında, sağlık nedeniyle arsenik ve kireç kullandıklarını görüyoruz. Ancak, papazların salgın dönemleri dışın­da klasik mumyalama yöntemleri­ne pek rağbet etmedikleri biliniyor. Bunun yerine elverişli doğal koşul­lardan yararlanıyorlar. Örneğin, cesetler 8 ay boyunca tüf açısından zengin toprağın üstüne yatırılarak kurutuluyor. Daha sonra, kuruyan cesetler birkaç gün güneşin altında tutuluyor ve ardından sirke ile iyice yıkanıyor. Peşinden elbiseleri giy­diriliyor ve yeraltı mezarındaki kü­kürtlü atmosfere sahip odaların du­varlarına boyunlarından sabitlenerek yerleştiriliyor.

Bu yeraltı mezarındaki ilginç bir mumya da, 1920 yılında dört ya­şındayken ölen Lombardo isimli küçük kıza ait… Doktor Solafia tarafından hazırlanan bira ağırlıklı bir sıvının içinde korunan bu ce­set, cam bir tabutun içinde sergi­leniyor ve bu sıvının içeriği henüz tam olarak bilinmiyor. Genç kızın uzak akrabaları, bugün cesedin kendilerine verilmesini istiyorlar. Ancak, mumyalama tekniğinin sır­rının çözüleceği endişesiyle, Fran­sisken papazlar bu cesedi aileye vermeyi reddediyorlar.

İÇERİK RESİMLERİ

Kaynak: Merakediyorum Google Grubu



Yazar Hakkında

  • Zeynep TAŞDEVİREN

    Zeynep TAŞDEVİREN

    Yaşamak Düğünse Ben Orda Gelinim :)