Ahiret ne demektir? Öleceksiniz, dirileceksiniz, hesap vereceksiniz, demektir. Allah’a, yaptığınız her şeyin hesabını vereceksiniz. Yoksa, “inanıyorum” demenin bir kıymeti kalmaz. Öyle bir hesap ki, zerreden kürreye, ne yaparsanız yapın, yaptığınız bir yanlış ise “mutlaka ben bunun cezasını göreceğim”, ama iyilik ise “bunun mükafatını göreceğim” diye insanın kabul etmesidir. Ahirete inanmak budur. Hayatı böyle devam ettirmektir.
Kur’a’n–ı Kerim’de Cenab–ı Hak, bizi hep, ölüm ötesine, yani ahirete hazırlar. Zaten hayatla ahiret arasındaki geçit kapısı ölümdür. Hayat bir dünyadır, ahiret de bir dünyadır. İkisinin arasındaki perde ölümdür. Ama nefis, ahireti görmediği, bilmediği, tanımadığı için o tarafa yokluk olarak bakar, ölümden de acayip korkar, tir tir titrer. Bilse ki ondan sonra muazzam, sonsuz bir hayat var; o zaman ölüme koşa koşa gider. “Ölümden niçin çekiniyoruz?” sorusunun cevabı, bununla bilmem anlatılabildi mi? Cenab–ı Hak, Kur’an–ı Kerim’inde şöyle buyuruyor: “Mutlak hükümranlık olan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter. O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır...” (Mülk Sûresi, ayet: 1–2).
Hayat da mahluk/yaratılmıştır, ölüm de mahluktur/yaratılmıştır. Ama ölüm öyle bir mahluk ki nefsimize yok olmak gibi görünüyor. Halbuki maddesiz yaşantının boyutlarıdır. Ruh planında girdiğimiz bir alemdir. İşte buna insanın inanması ve burası için hazırlık yapılması; bulunulan şartlar içerisinde bütün bunların muhasebesi, murakabesi yapılıp orada nasıl temize çıkacak isek, o şekilde hayatımızı tanzim etmemiz, ahirete inanmak manasına gelir ki, bunu da bir Müslüman olarak hayatımıza geçirmek şarttır ve de esastır. Geçirmediğimiz takdirde bizim adımız o zaman inkarcı, münkir olur.
Ebedi hayatımız da zindan olmuş olur.
İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe inanmaktır. Bu, öldükten sonra dirilme, hesap vermeyle iç içe bir durumdur. Bunu kabul etmediğiniz zaman sizin adınız Müslüman olmaz.
İnsan tabiatında iki göz, iki kulak vardır. Tabir–i caizse, bir maddi gözümüz var, bir de kalp gözümüz var. Allah kalp gözünün, kalp kulağının mühürlenmesinden bahsediyor. Kalp gözü ile, kalp kulağı ile insan, maneviyat alemini görür ve duyar. Kalp gözünü ne ile açabilirsiniz? İbadetle, taatle, Allah’ı zikirle, Allah sevgisiyle, Allah korkusuyla o göz açılıp, oralardan sinyaller aldığı an insanın ahirete olan inancı hali olur. O zaman ne derlerse desinler hiç aldırış etmezsin. Çünkü sen bir hali yaşıyorsun. Mantığın ötesinde çok daha ciddi şeyler yaşıyorsun. O bakımdan ibadet bu işin özü ve aslıdır. İbadetin azalması, direkt olarak da bunun bağlandığı ahiret inancının zayıflamasını beraberinde getirir. Çünkü alabildiğine bir başıboş koşuş neredeyse hepimizde var. İnsan böyle bir boşluğa düştüğü zaman, dipsiz bir kuyuya düşmüş gibi olur. Ahireti de unutur. Hesabı da unutur. İnansa bile bunlar, hayatta onu etkileyen şeyler olarak karşısına çıkmaz. Onun için, eğer kullukta ısrarlı isek, insanın ibadet ve taatle iç içe olması lazımdır.
Zaten insanın, “dünyaya niye geldik?” diye sorması gerekir. Allah seni deniyor. Kazanman için dediklerini yerine getirmen lazım. Bu, dediklerini yerine getirmenin adı da ibadettir. Bunun ikisi biri yoktur. “Benim mantığım bunu kabul etmiyor, onu kabul ediyor” yoktur. Bu, mantık işi değildir. Emir ve itaat işidir. Allah emreder, sen yerine getirirsin. Yerine getirmediğin zaman senin adın kul olmaz. Bir takım debdebeli imkanların olur; ama bunların hepsi 50–60 yıllık hayatın içerisinde sınırlıdır. Dünya imtihan yeri olduğuna göre olaylar karşısında nasıl tavır alacağız? Bunlardan kazançlı çıkmanın yolu nedir?
Allah’ın kulunu denemesi, denediğine mukabil kulunun cevap vermesi, işte bu ibadet dediğimiz kazanç oluyor. İbadet bir kazançtır. İhlasla, Allah’ın rızası istikametinde bunu eda ettiğin zaman, çok ciddi bir kazançtasın, demektir. Peki Allah kullarını nasıl dener? Bunu psikolojik olarak kendi kendimize soralım. Mesela sıkıntılı günlerimiz olur. Darlıkta olduğumuz zamanlarımız olur. Bazen çok zengin olduğumuz, imkanlarımızın bol olduğu zamanlar olur. “Bast” halimiz, “kabz” halimiz, yani sevinçli veya üzüntülü hallerimiz olur.
Yani Allah bize bazen çile verir, meşakkat verir, sıkıntı verir. Bazen de tamamen bunların aksini verir. Kul iki şey üzerine denenir. Birinci hal bela–musibet halidir. İkinci hal ise fazilet–rahmet halidir. Dedikodu, fakirlik, hastalık, illet, zillet, milletin gözünden düşürme gibi bela ve musibetlerde kul, sabredecektir. Allah’ın öyle kulları vardı ki bunların bir ömrü sabırla geçti. Hz. Eyyüb Aleyhisselam bunlardan bir tanesidir. Hz. Eyyüb’ün sabrı çok meşhurdur. O sabır Allah’ın sevdiği kemal mertebesinde çok ciddi bir ibadettir. Allah, o kadar çileyi de hastalığı da vermesin; ama o üstünlüğü, meziyeti göstermek de çok büyük bir olaydır.
Bugün biz, çile ve musibet geldiği zaman sabrı adeta unuttuk. Çok isyana başladık. Demokratik anlayış ibadet tarzımıza da intikal ederek adeta bizi isyankar yaptı. Halbuki azıcık duracak, sabredeceğiz. Sabrın sonu selamettir. Bunu derken hakkını ihmal edeceksin, yok sayacaksın, demek istemiyoruz. Bekleyeceksin. Allah madem ki sana not verecek, bekleyeceksin, sabredeceksin. Demek ki bela halinde sabredeceksin.“
Alıntı Ahmet Ademoğlu Demişki :
"…Zaten insanın, “dünyaya niye geldik?” diye sorması gerekir. Allah seni deniyor. Kazanman için dediklerini yerine getirmen lazım. Bu, dediklerini yerine getirmenin adı da ibadettir. Bunun ikisi biri yoktur. “Benim mantığım bunu kabul etmiyor, onu kabul ediyor” yoktur. Bu, mantık işi değildir. Emir ve itaat işidir. Allah emreder, sen yerine getirirsin..."
Cevap :
Aklın ve mantığın bulunmadığı yerde Allah olabilir de; orada tüm mükevvenâtın sâhibi olan, biz yaratılmışlar gibi bir isme asla ihtiyaç duymayan ve "Ben benim" (*) buyuran gerçek RAB Tanrı olmaz.
_____________________
(*) Tevrat: Mısırdan çıkış; bölüm 3
13 - Musa şöyle karşılık verdi: ‹‹İsrailliler'e gidip, ‹Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi› dersem, ‹Adı nedir?› diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?››
14 - Tanrı, ‹‹Ben Ben'im›› dedi, ‹‹İsrailliler'e de ki, ‹Beni size Ben Ben'im diyen gönderdi.›
sevgili cemal arif bey;
cevabına birşeyler yazayım istedimde ne yazacağımı bulamadım. ben benim diyen rab. o rab tevratta başka şeylerde diyor. ben ibranilerin tanrısıyım. adım yehovada diyor. tevratda zaten ne sana nede bana hitap ediyor. o baştan sona yahudilere hitap eden. ben sizin rabbinizim diyen kitap. sanki başka rab varmış gibi dualist tanrı inancınıda genel bakışta içinde barındırıyor.
Alıntı Ahmet Ademoğlu Demişki :
sevgili cemal arif bey cevabına birşeyler yazayım istedimde ne yazacağımı bulamadım ben benim diyen rab o rab tevratta başka şeylerde diyor ben ibranilerin tanrısıyım adım yehovada diyor tevratda zaten ne sana nede bana hitap ediyor o baştan sona yahudilere hitap eden ben sizin rabbinizim diyen kitap sanki başka rab varmış gibi dualist tanrı inancınıda genel bakışta içinde barındırıyor
Cevap :
Aslında ne dediğimi çok iyi anladığınızı düşünüyorum. İsim, biz yaratılmışlar içindir. Biribirine benzeyen/benzemeyen yığınla varlığı biribinden ayırd etmek için gereklidir. Tek olana, yaratıcıya isim gerekir mi ? Ancak; O'nu algılayabildiğimiz bazı özelliklerini kullanarak niteleyebiliriz. Yaratıcı/Yaradan vs. Tevrattaki bu âyet Tanrı gerçeği hakkında çok müthiş bir bilgi sunar. Tanrı kendisine isim vermez; "Ben benim" der. YHW/YAHWE/YEHOWA gibi isimler, "Ben, ben olanım" cümlesinini ibranice yazılışında bulunan kelimelerin baş harfleridir.
Kur'an Araplar için şunu der.
"Kur’an, ataları uyarılmamış, bu yüzden de gaflet içinde olan bir kavmi uyarman için mutlak güç sahibi, çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir." Yasin: 5/6
Kur'an tanıklığıyla görülüyor ki, İsmail'in sülbünden meydana gelen Arap toplumuna hiç peygamber gelmemiş... Kendileri hiç uyarılmamış/gaflet içinde ve putlara tapan Araplar, yaratcının adının "Allah" olduğunu bilirken; Tevrat/Mezmurlar/İncil gibi kitaplara sahip olan ehl-i kitap, kendilerine sayısız peygamber gönderilen Yahudiler "Allah" adında bir Tanrı'yı neden bilmezler ?
Bunu nasıl açıklayacaksınız ?
Ortadoğuda yaşayan ve sosyo-kültürel yapıya bağlı olarak Müslümanların etkisiyle Tanrı'ya "Allah" diyen insanları bana 'kanıt' diye göstermeyin. Araplar MESİH'e 'İsa' der. Fakat 'onun gerçek adı Yashua'dır. Ne Tevrat'ta ne de İncilde adı Allah olan bir yaratıcıdan söz edilmez. Üstelik Tevrat'ta hitab edilen kitle Yahudilerdir. "Ben İbrahim'in, İshak'ın, Yakup'un Tanrısı" cümlesinin hayret edilecek bir tarafı yoktur. Benzer bi anlatım Kur'anda Bakara. 133'te geçer.
"Hani Yâkub (o sırada) oğullarına : «Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz ?» demişti de, onlar da, «Senin Tanrına, babaların İbrahim, İsmail ve İshâk'ın tek olan Tanrısına ibâdet edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuşuzdur» diye cevap vermişlerdi."
Bir müslümanın en büyük çelişkisi nedir, bilir misiniz ?
Muhammed'in peygamberliğine 'delil'(!) getirmek için Tevrat ve İncilden, bağlamından koparılmış ayetleri yorumlayıp, "Bu Muhammed'in Tevart ve İncildeki vasfıdır" derken bu kitaplar "muharref" olmazlar ama; Kitâb-ı Mukaddes'i neshedip yerine Kur'anı ikame etmek için bu kitap hemen "muharref" oluverir. "Muharref"tir iddiasını savunanların, ellerinde kanıt olarak Tevrat ve İncil'in aslı olması gerekmez mi ?
Ona da 'Cevap' hazır.
"Hepsi Kur'anda var."
Bu sizin inancınız/iddianız.
Kur'andaki Allah; insanları kendisine inandırmak için onların korku ve zaaflarını kullanır. Ölümle/kabir azâbı ve Cehennem ile tehdit eder. İnananları motive etmek için de "Altlarından ırmaklar akan, köşkleri ve sarayları hurilerle doldurlmuş Cennet" rüşveti dağıtır. Neye inanıyorsanız O'nun aşkına azıcık düşünün/tefekkür edin. Kâdir-i Mutlak bir güç bu tip yollara tevessül eder mi ? Kim ölümden kaçabiliyor ki ?
RAB Tanrı her şeyi belli ölçüler/prensipler içerisinde yaratmıştır. Hiç kimse bu prensipler dairesi dışına çıkamaz. Doğru/yanlış, iyi/kötü ortaya konur. Yaratırken var ettiği prensipleri akıl verdiği insanların önüne koyar; tercihi, kendilerine bırakır. İnsanları kendisine inandırmak için "tetikçi" tutmaz. İnsana kendisini kabul ettirmek için habire öğünüp durmaz. İnsan aklıyla zaten O'nu tanımak durmundadır; buna uygun yaratılmıştır.
Allah başarıları sahiplenir ve "Ben yaptım" der..
"Andolsun, siz son derece güçsüz iken Allah size Bedir’de yardım etmişti..." Âl-i İmran. 123
Ama başarısızlıkta/mağlûbiyette kullarını suçlar.
"Onların (müşriklerin) başına (Bedir’de) iki mislini getirdiğiniz bir musibet (Uhud’da) sizin başınıza geldiğinde, “Bu nereden başımıza geldi?” dediniz, öyle mi? De ki: “O (musibet), kendinizdendir.” Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter." Âl-i İmran: 165
İnsanlar hidayete ersinler diye elçi gönderir. Elçisine, insanlarla konuşurken nâzik olmasını, güzel söz söylemesini öğütler. Bir müddet sonra, peygamberine "öğüt ver" dediği insanların inanmadıklarını görünce, bunu elçisinin başarısızlığı olarak değerlendirmez. "İçlerinden, seni dinleyenler de var. Onu anlamamaları için kalpleri üzerine perdeler (gereriz), kulaklarına ağırlık koyarız." (En'am: 125) der.
Muhammed çevresinde gördüğü her şeyi zâten Arapların da "Allah" adını verip inandıkları bir varlığa hamlederek yorumlar. Kazanılan başarılar için "Allah lutfetti" der. Değişmeyen durumlar için, "Alah'ın takdiri" ifadesini kullanır. İnanmayanların gözleri ve kulakları mühürlenmiştir.. Ama ne hikmetse Allah'ın değişmeyeceğini bildiği, gözünü/kulağını/kalbini vs mühürlediği Ebu Cehil'in ayağına kadar 20-25 defa giderek tebliğ yapar. Çok iyi bilmektedir ki, Arap toplumunda sözü dinlenen kişileri kazanırsa, onlara bağlı insanları inandırmak daha kolay olacaktır. Bu yüzden ilk tebliğ çalışmları hep Arapların ileri gelenlerine karşı olmuştur.
Maalesef ilk inananlar, köleler/ fakirler ve gariplerdir. Ammar bin Yasir ve ailesi Müşriklerin eziyetleri ile inlerken, Ammar'ın köle olan annesi edep yerinden okla vurulup öldürülürken Muhammed Allah tarafından değil, Ebû Tâlip tarafından korunmakta ve kendisine bir zarar gelmemektedir. İşkence altındaki gariplere "Sabredin ey Yasir ailesi. Cennette sizinleyiz" der. Ama, Huneyn savaşında yenilip kaçan hevazin kabilesinin reisi Malik bin Avf'ı müslüman yapmak için, esir aldığı ailesini kullanır. 100 deve rüşvet verir.
Bu defa konuyu gerçekten biraz dağıttım. Bir çok şeyi bir arada derli toplu yazmak kolay değil. Kusur affola.
Cemal bey;
sanırım anlatmak istediğim anlaşılmamış ve konuyuda senin söylediğin gibi baya dağıtmışsın. Diğer konuları arzu edersen başka başlık aç orda konuşalım. gelelim biz bu konunun özüne. Konu malum ölümün ahiretin müslümanlar için anlamı. Sende söz eyle bu anlamla ilgili konuya tartışalım.
benim söylemek istediğim kitaplarda Allahın kendini bize sunumu yada bizim ona verdiğimiz isim değildi. Cevabi yazımda tevratta Yehovanın kendini israiloğullarının rabbi olarak sunmasıydı. O anda geçmişte yada gelecekte değil o andaki hitabında sanki başka kavimlerinde başka rableri varmış gibi algılanmıyormu demek istemiştim.
Alıntı Ahmet Ademoğlu Demişki :
Cemal bey sanırım anlatmak istediğim anlaşılmamış ve konuyuda senin söylediğin gibi baya dağıtmışsın Diğer konuları arzu edersen başka başlık aç orda konuşalım gelelim biz bu konunun özüne Konu malum ölümün ahiretin müslümanlar için anlamı Sende söz eyle bu anlamla ilgili konuya tartışalım benim söylemek istediğim kitaplarda Allahın kendini bize sunumu yada bizim ona verdiğimiz isim değildi Cevabi yazımda tevratta Yehovanın kendini israiloğullarının rabbi olarak sunmasıydı O anda geçmişte yada gelecekte değil o andaki hitabında sanki başka kavimlerinde başka rableri varmış gibi algılanmıyormu demek istemiştim
Cevap :
Bu, mevzûya nereden baktığınızla alâkalı. Tevrat akidesine göre İsrailoğulları seçilmiş "Tanrı halkı"dır. Tevrat'ı okuduğumuzda, bu sebeple sık sık İbrahim'in/İshak'ın/Yakup'un Tanrısı betimlemesi ile karşılaşırız.. İsrailoğullarına dinlerini yayma görevi verilmedi. Kendilerine vaad edilen ülkeyi elde etmek için savaşmaları dışında, "tebliğ/cihad" nitelikli eylemlere girşmediler. Tevratta muhatap İsrailoğulları olduğu için "İsrail'in Rabbi" nitelemesi yapılmıştır. Bunu başka anlamlara çekmek zorlama yorum olmaz mı ?
Diğer taraftan; hem başlığa uygun mes'eleler, hem de benim önceki mesajımda Kur'an ve İslâm'a dair arzettiğim hususlar, bu başlık altında da münâkaşa edilebilir. Bence bir sakıncası yok.