Tibet Budizmi'nin Öğretileri

Dört Yüce Hakikate Genel Bakış

Dört Yüce Hakikate Genel Bakış
Yazan : Yeşim Özbey Tarih : Kategori : Tibet Budizmi'nin Öğretileri Yorumlar : 0 Okunma : 3254 Beğen : 0

Bu akşam benden konferans dizimize başlarken Dört Yüce Hakikat hakkında konuşmam istendi. Bu iyi bir başlangıç noktasıdır zira Buddha da öğretilerine bu konuyla başlamıştır. Pek çok öğreti sistemi veya ruhani öğreti sistemi bulunur; bunlara ister din ister felsefe diyelim, pek çok sistem vardır; Buddha da elbette kendi zamanındaki pek çok sistemin bilincindeydi. Günümüzde daha da fazla sisteme sahibiz. O halde, Budizm’e yaklaşırken, Budist yaklaşımının ayırt edici yönünü saptamaya çalışmanın son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz, Budizm’de başka sistemlerle ortak olan pek çok öğreti bulunur: örneğin iyi olmak, nazik olmak, sevecen bir kimse olmak, kimseye zarar vermemek. Bunları hemen her dinde, her felsefede buluruz, öyle değil mi? Elbette Budizm de bize bunları öğretir. Fakat Budizm iyilik, sevgi ve şefkat geliştirmeye yönelik yöntemler bakımından son derece zengin olsa da bunları öğrenmek için illa ki Budizm’e dönmemiz gerekmez ve Budist öğretilerdeki diğer hususları kabul edip etmediğimizden bağımsız olarak tüm bu yöntemlerden faydalanabiliriz.

Fakat “Budizm’e özgü olan nedir?” diye soracak olursak, o zaman Dört Yüce Hakikate bakmamız gerekir. Dört Yüce Hakikat tartışması dahilinde bile, diğer sistemlerle ortak olan pek çok husus buluruz.

“Yüce Hakikat” ifadesini düşündüğümüzde, bunun oldukça tuhaf bir tercüme eseri olduğunu söylemeliyim çünkü bu sözle anlatılmak istenen aslında gerçekliği kavramsal olmayan bir şekilde görmüş olanların hakiki kabul ettiği dört gerçek bulunduğudur. Bu söz o halde bunlar hakiki gerçekler olduğu halde, çoğu kişinin bunları pek anlamadığı anlamına gelir. Hatta çoğu kişi bunların farkında bile değildir. O halde “Yüce” kelimesi çok iyi bir tercüme sayılmaz çünkü akla bir tür ortaçağ aristokrasisi getirir, oysa ki yüksek seviyede idrake ulaşmış olanları ifade etmektedir.

İlk hakiki gerçeğe genellikle “acı çekmek” denir. Buddha yaşamlarımızın acıyla dolduğunu ve sıradan mutluluk dediğimiz şeyin bile beraberinde pek çok sorun taşıdığını söylemiştir. Kelimeye bakacak olursak – biliyorsunuz ben tercüman olduğum için kelimelere bakmayı severim – “acı çekmek” olarak tercüme edilen kelimeye bakacak olursak, Sanskritçede bunun karşılığı “duhkha”dır. Kha bir alandır, duh da önektir. Sukha mutluluk, duhkha mutsuzluktur; önek olarak duh da tatmin edici olmayan, hoş olmayan, hoşa gitmeyen demektir. Yargı içeren bir kelime olan “kötü” kelimesini kullanmak istemiyorum ama o minvaldedir. O halde, bu alanla ilgili bir sorun olduğu anlamına gelir. Burada alandan kastımız bütün zihinsel alanımız, yaşamlarımızın alanıdır. Bu, hoş olmayan bir durum demektir.

Peki bunun hoş olmayan tarafı nedir? Öncelikle, büyük bir acı çekeriz: acı, mutsuzluk, üzüntü. Bunu hepimiz anlayabiliriz ve herkes bundan kaçınmak ister, hayvanlar bile. O halde Budizm’in acının ve mutsuzluğun tatmin edici olmayan bir durum olduğunu ve en iyisinin bundan kurtulmak olduğunu söylemesinde çok da Budizm’e özel bir şey söz konusu değildir. İkinci türdeki acı ise değişimin acısıdır ve günlük sıradan mutluluğumuza ilişkindir. Peki buradaki sorun nedir? Sorun şudur ki bu türde mutluluk kalıcı değildir, sürekli değişir. Sıradan mutluluk dediğimiz şey hakiki mutluluk olsaydı, o zaman bu mutluluğun ne kadar çoğuna sahip olursak, o kadar mutlu olurduk. Örneğin çikolata yiyince mutlu oluyorsak, saatler boyunca ne kadar çok çikolata yersek, o kadar mutlu olmamız gerekirdi ama tabii ki durum böyle değildir. Sevdiğimiz bir kimsenin elimizi okşaması örneğinde olduğu gibi, bunu saatlerce yaparsa, çok geçmeden elimiz acımaya başlar. O halde değişen bir durum söz konusudur. Ayrıca elbette, sıradan mutluluğumuza ilişkin olarak, asla yeterincesine sahip olamayız, bu bize asla yetmez; asla tatmin olmayız. Hep daha fazla çikolata isteriz; belki hemen derhal değil ama bir süre sonra yine yemek isteriz.

Bilirsiniz, “En sevdiğiniz yemekten keyif almak için ondan ne kadar yemek gerekir?” diye düşünmek son derece ilginçtir. Tek bir ısırığın, bir nebze tadını almanın yetmesi gerekir, değil mi? Fakat biz hep daha fazlasını isteriz. O halde bu türdeki sorunlarımızı, sıradan dünyevi mutluluğumuzu yenmemiz gerekir; bu da yine yalnızca Budist amaca özgü bir durum değildir. Sahip olduğumuz bu sıradan günlük mutluluğun üstesinden gelmek ve aşkın ve sonsuz bir mutluluğa kavuşmak da yine bir tek Budizm’e özgü bir amaç değildir. Öğretilerinde “Dünyevi hazları aşın; ebedî mutluluğun olduğu cennete gidin” diyen pek çok din vardır. O halde bu pek Budizm’e özel bir durum değildir, öyle değil mi?

Bir de üçüncü türde acı çekmek vardır ve işte bu özel olarak Budist bir mefhumdur; buna “her şeye yayılmış acı” veya “her şeye yayılmış sorun” denir. Bu sorun, yaşadığımız her şeye yayılır; bu da günlük yaşantımızın iniş çıkışlarının temeli olan, kontrolsüz olarak tekrarlanan yeniden doğuşlara ilişkindir. Diğer bir deyişle, sahip olduğumuz türdeki yaşamla, sahip olduğumuz türdeki zihinle ve bedenle, vs. tekrar tekrar yeniden doğmak ilk iki türdeki sorunun da temelidir. Bunlar elbette yarın tartışacağımız yeniden doğuş konusuna ilişkin tartışmalar; o yüzden burada çok fazla ayrıntıya girmeyeceğim.

Yeniden doğuşla ilgili öğretiler başka pek çok Hint sisteminde de vardır; o halde bu da Buddha’nın öğretilerine özgü ve yeni bir durum değildir. Fakat Buddha yeniden doğuşu ve bunun mekanizmasını kendi zamanındaki dinlerin ve felsefelerin açıkladığından çok daha derin ve farklı bir biçimde anlamış ve anlatmıştır. Yeniden doğuş mekanizmasının nasıl işlediğine, zihinlerimizin ve bedenlerimizin acılara, mutsuzluğa ve sıradan mutluluğumuza ilişkin bu iniş çıkışları nasıl yaşadığına dair son derece eksiksiz bir açıklama sunmuştur.

Bu da bizi ikinci hakikate, ikinci Yüce Hakikate getirir: dediğim gibi, yeniden doğuş mekanizmasının nasıl çalıştığına dair ayrıntıya girmeyeceğim ama bunun sebebi nedir? Bunun hakiki sebebine baktığımızda, Buddha’nın neden bahsettiğini anlamaya başlayabiliriz. O halde bugün illa ki yeniden doğuşu tartışmak yerine, Buddha’nın anlattıklarını basit ve mantıklı bir biçimde anlamaya çalışalım. Acı çekmekten ve sıradan mutluluktan bahsettik – bunlar bir sebepten ileri gelir ve Buddha da “hakiki sebepler”den bahsediyordu. Bunların bizim için bir ödül ve ceza veya bu türden bir şey anlamına geldiğini zannedebiliriz ama Buddha hakiki sebeplerden, yıkıcı davranışlardan ve yapıcı davranışlardan bahsediyordu.

Yıkıcı davranıştan kastımız nedir? Bu yalnızca zarara yol açmak mıdır? Aslında zarar vermekten bahsettiğimizde, başkalarına zarar vermekten veya kendimize zarar vermekten bahsedebiliriz. Dolayısıyla, davranışımıza dayanarak esasında bunun bir başkasına zarar verip vermeyeceğini kesin olarak söylemek çok zordur. Bir kimseye muazzam miktarda para verdiğimizi düşünün; bu kişi bunun sonucunda bu parayı ondan çalmak isteyecek bir başkası tarafından öldürülebilir. Başkaları için yaptığımız şeylerin sonucunun gerçekte ne olacağını bilemeyiz. Yaptığımız şeyin onlara yardımcı olmasını isteriz; amacımız budur ama bunun garantisi yoktur. Fakat kesin olan bir şey varsa, o da bu türde davranışın kendimize zararlı olacağıdır. Buddha’nın yıkıcı davranıştan kastı buydu. Bu, kişinin kendi kendine zarar verdiği bir durumdur.

Bu, rahatsız edici duyguların etkisi altında hareket etmek veya konuşmak veya düşünmek anlamına gelir. Rahatsız edici duygular, adı üstünde, rahatsız ederler. Böylece iç huzurumuzu ve kendimize hakimiyetimizi kaybetmemize yol açarlar. Bu öfke, açgözlülük ve bağımlılık, kıskançlık, kibirlilik, naiflik, kararsızlık (ne yapacağınıza bir türlü karar veremezsiniz) gibi duygulara ilişkindir. Bu liste uzayıp gider ve düşüncelerimiz tamamıyla bunlara kapıldığında ve bunların etkisi altında konuştuğumuzda veya hareket ettiğimizde, bunlar bizim için mutsuzluluk kaynağı olacaktır. Belki hemen değil ama uzun vadede mutsuz oluruz çünkü bu şekilde devam etmeye yol açan bir eğilim geliştirmeye sebep olurlar. Öte yandan, bu rahatsız edici duyguların etkisi altında olmayan davranışlara yapıcı davranışlar deriz ve aslında bunların motivasyonu sevgi, şefkat veya sabır gibi daha olumlu duygular dahi olabilir.

Fakat, öncelikle, yapıcı bir biçimde davrandığımızda, bu mutluluk getirir. Değil mi? Zihnimiz daha huzurlu, daha sakindir. Kendimize biraz daha hakim olmayı başarırız ve dolayısıyla aptalca şeyler söylemez veya [aptal bir şekilde] davranmayız. Bu da derhal olmayabilir ama uzun vadede, bu türde yapıcı davranışların bize getirdiği türdeki mutluluğun temelinde nasıl var olduğumuz, başkalarının nasıl var olduğu ve genel olarak gerçekliğe ilişkin naiflik bulunur.

Sıradan mutluluğumuz ve mutsuzluğumuz bize bir yargıcın veya dışsal bir figürün verdiği bir ödül veya ceza değildir. Bunlar neredeyse bir fizik yasası gibi doğal olarak sebebini izleyen sonuçlardır. Peki bunun temeli nedir? Bunun temeli zihin karışıklığımızdır. Örneğin ben hakkında zihin karışıklığımız vardır; hep benim istediğim şeyin olmasını isteriz. Değil mi? “En önemli kişi benim; hep benim istediğim olmalı ve süpermarkette sıranın başına geçmeliyim; birinci ben olmalıyım” diye düşünürüz, vs. Sonra da önümüzdeki insanlara öfkelenir, onları ittiririz. Birinci olmak için açgözlü davranırız. Değil mi? Birilerinin çok ağırdan aldığını düşünerek sabırsızlanır ve bu kişi hakkında kafamızda gerçekten hiç hoş olmayan düşünceler besleriz, değil mi? Yapıcı bir şekilde davransak bile, bunun altında “ben”le ilgili pek çok zihin karışıklığı söz konusudur. Genellikle başkalarına yardımcı olduğumuzda, bunu bizi sevmeleri için yaparız. Bizi sevmelerini veya en azından bize teşekkür etmelerini isteriz ya da yardım ediyorsak, bunu bize ihtiyaç duyulduğunu hissetmek için yapıyor olabiliriz. Pek çok anne baba çocuklarına karşı böyledir. Bir kimseye bu şekilde yardımcı olmak bizi mutlu edebilse de, bunun altında rahatsız edici bir şeyler vardır. Dolayısıyla, yaşayabileceğimiz mutluluk – belki hemen değil ama uzun vadede – bu türden mutluluk asla uzun sürmez. Tatmin edici olmayan bir şeye dönüşür. Bu da yaşamımız boyunca ve Budist bakış açısından, gelecek yaşamımızda da bu şekilde sürüp gider.

Biraz daha derine indiğimizde ise her şeye dair zihin karışıklığımız vardır. Değil mi? Örneğin bir kimseye o kadar aşık oluruz ki iyi niteliklerini büsbütün abartırız. Yahut birini hiç sevmediğimiz için olumsuz niteliklerini büsbütün abartırız. O kimsenin hiçbir iyi tarafını görmeyiz. Ne kadar sorgularsak, tüm deneyimimizin altında yatan o kadar çok zihin karışıklığı keşfederiz. Şimdi daha da derine indiğimizde ise, bunun temelinde yatanın bir takım sınırlılıklar olduğunu görüyoruz. Bu türde bir zihne ve bu türde bir bedene sahip olmakla pek çok sınırlılığımız bulunur. Düşünecek olursanız, gözlerimizi kapadığımızda, dünyada sanki sadece ben vardır ve benden başka bir şey yoktur. Kafamızda da sürekli şu sesi duyarız ve sanki bu ses bir şeyin içindeki “ben”dir ama neyin içindeki? Kafamın içinde mi? Benim içimde mi? Bu çok tuhaftır. Bu sesi tanırız da çünkü sürekli şikayet edip durur: “Öne geçmeliyim; şunu yapmalıyım, bunu yapmalıyım.” Sürekli kaygılanır. Ayrıca bu “ben,” kafamızın içindeki bu ses adeta “ben özelim ve bir şekilde herkesten bağımsız olarak varım” der çünkü gözlerimi kapadığımda, işte, hiçbir şey yoktur. Yalnızca “ben” vardır.

O halde bu gerçekten de büyük bir zihin karışıklığıdır çünkü açıktır ki diğer herkesten bağımsız olarak var olmayız ve kimsenin gerçekte özel bir tarafı yoktur. Hepimiz insanız. Bilirsiniz, aklıma Antarktika’da hepsi de karın ortasında duran yüz binlerce penguenin görüntüsü geliyor. Peki içlerinden birini diğerinden daha özel kılan nedir? Hepsi aynıdır. Biz de öyleyiz. Muhtemelen penguenlere de bütün insanlar aynı görünür. Pekala, o zaman “Ne kadar da özelim ve herkesten nasıl da bağımsızım” diye düşünerek istediğimizin olması gerektiğini düşünür ve olmayınca da öfkeleniriz.

Ayrıca özünde zihnimizin donanımı olan bedenimizin, vs. bu türde zihin karışıklığına doğal bir eğilimi vardır. Bakıyorum ama – tamam, bunu söylemek biraz tuhaf, ama sanki içimde bir “ben” varmış gibi – burada bu kafanın önündeki deliklerden dışarı bakıyorum. Arkada ne olduğunu göremiyorum. Ancak şimdi olanı görebiliyorum. Daha önceden olmuş olanı göremiyorum. Daha sonra geleni de göremiyorum, çok sınırlıyım. Tamam mı? Yaşlanıyorum. O kadar iyi işitmemeye başlıyorum; bir şey söylüyorsunuz, doğru anlamıyorum. Başka bir şey söylediğinizi düşünüp bu yüzden öfkeleniyorum. Bu gülünçtür, değil mi?

İşte bu şekilde zihin karışıklığını sürekli kılacak bu türde bir bedenle, bu türde bir zihinle tekrar tekrar yeniden doğmamız her şeye yayılan sorunu teşkil eder. Bu zihin karışıklığı sebebiyle yıkıcı bir biçimde veya alışılageldik yapıcı tarzlarımızda hareket ederiz ve bu da mutsuzluğa, acılara ve değişimin sıradan mutluluğuna yol açar.

Esasında, daha derine bakacak olursak – ama bu karmaşık bir süreçtir, şimdi ayrıntısına girmeyeceğim – kontrolsüz olarak tekrarlanıp duran yeniden doğuşa yol açan şey bu zihin karışıklığının kendisidir. Değil mi? Bunun sebebi hep daha fazlasını istememizdir. O halde hakiki sorunların ve hakiki acıların hakiki sebebi budur; zihin karışıklığı... Bunu yalnızca genel bir kelime olarak kullanıyorum. Daha spesifik olarak bunu ifade etmek için kullanılan kelime “farkındalık yoksunluğu”dur. Farkındalık yoksunluğu genellikle “cehalet” olarak tercüme edilir. “Cehalet” kelimesini sevmiyorum çünkü bir şekilde aptal olduğumuz anlamına gelir. Sorun aptal olmamız değildir. Gerçek yan anlamı bu değildir; “farkındalık yoksunluğu” ya kendimizin ya da diğer şeylerin nasıl var olduğunu bilmediğimiz anlamına gelir. Bu anlamda farkındalıktan yoksunuzdur. “Bilmiyorum işte” veya “yanlış bir şekilde, tersten biliyorum”; örneğin, dünyadaki tek kişi olduğumu, en önemli kişi olduğumu düşünürüm ve bu gerçekliğin tam zıttıdır. Gerçek olan, hepimizin burada birlikte olduğudur. Birbirimizle etkileşimde bulunuruz. Sorun aptal olmam değildir; bu beden ve bu zihinden dolayı böyle hissederim. Gözlerimi kapatırım ve kafamdaki bu sesi duyarım; o halde, nasıl diyelim, farkındalıktan yoksun olmamız, zihnimizin karışık olması normaldir.

Bunlara “Yüce Hakikatler” denmesi bundandır. Bilirsiniz, gerçekliği görenler bunu diğer herkesin gördüğünden farklı görürler çünkü hepimiz zihin karışıklığımızın ve bu yansıtmaların gerçekliği gösterdiğini sanırız. Bunları hakiki zannederiz. Bunu asla gerçek anlamda düşünmemişizdir ama bize öyle gelir. “Hey, biliyor musun, en önemli benim. Benim istediğim olmalı. Herkes beni sevmeli,” veya tam tersi, “Herkes benden nefret etmeli çünkü ben bir işe yaramam.” İşte bunlar aynı şeydir, biri yalnızca madalyonun diğer yüzünden ibarettir. Pekala, işte Hakiki Sebep budur.

Üçüncü Yüce Hakikate gelince... ben buna “hakiki durdurma” diyorum. Bu genellikle “hakiki kesilme” olarak tercüme edilir ama bu büyük bir kelimedir ve zorunlu değildir; kısaca durdurmak anlamına gelir. Bunun anlamı söz konusu zihin karışıklığından bir daha asla tekrarlanmayacağı şekilde kurtulmanın mümkün olduğudur. Zihin karışıklığından, hakiki sebepten kurtulduğumuzda ise, hakiki sorunlardan da kurtuluruz: bu iniş çıkışlardan ve onların temelini oluşturan kontrolsüz olarak tekrarlanan yeniden doğuşlardan kurtuluruz. Böylece, “özgürleşme” denen şeye erişiriz. O halde, Sanskritçe kelimelere aşinaysanız, kontrolsüz olarak tekrarlanan yeniden doğuşlara Sanskritçede samsara, özgürleşmeye de nirvana denir. Peki o zaman.

Buddha’nın zamanında başka Hint sistemleri de samsaradan kurtuluş hususundan bahsediyordu. Bu tema Hindistan’da son derece yaygındı. Fakat Buddha bu diğer sistemlerin hakiki sebebi tanımak konusunda yeterince derine inmediklerini görmüştü. Dolayısıyla, kontrolsüz olarak tekrarlanıp duran bu sorunlardan kısa süreli olarak kurtulsanız bile, örneğin zihninizin çağlar boyunca esasında bomboş olduğu bir nevi derin alemde doğsanız bile, bu durum illa ki sona erer. O halde bu diğer sistemlerde tam olarak kurtuluşa erişmezsiniz.

Hakiki durdurma dedik. Bunu anlamak ve bu zihin karışıklığından bir daha asla tekrarlanmayacağı şekilde kurtulmanın esasında mümkün olduğundan emin olmak çok önemlidir. Aksi takdirde, bundan niye kurtulmaya çalışasınız? Aksi takdirde, en iyisi çenenizi kapatmak ve bu zor durumu kabul ederek ondan en iyi şekilde faydalanmaya çalışmaktır; ki pek çok terapinin de nihai amacı budur: “Bununla yaşamayı öğren, yoksa şu hapı yut.”

O halde... gerçekten de anlamak için Dördüncü Yüce Hakikate bakmamız gerekir. Dördüncü Yüce Hakikat de Üçüncüyü anlamamıza yardımcı olur. Dördüncü Yüce Hakikat genellikle “hakiki yol” şeklinde tercüme edilir ama yol derken... üzerinde yürünen bir şeyden bahsetmiyoruz. Bunun anlamı bu değildir. Kastedilen şey, geliştirdiğimiz takdirde özgürleşmeye götüren bir yol haline gelen bir zihin durumudur. Ben buna bu yüzden “zihin yolu” diyorum ama bunu başka pek çok dile tercüme etmek oldukça güçtür. Önemli olan, bunun yol anlamına gelmediğidir; bir zihin durumunu ifade eder. Peki o zaman.

Kesinlikle hiçbir anlamı olmayan yansıtmalarda bulunuruz. Yansıtmanın pek çok düzeyi bulunur. Her türlü anlamsız şeyi yansıtırız; bunun bir uç noktası paranoyakça yansıtmalardır: “herkes bana karşı.” Yahut şizofreni. Yansıtmalar o kadar aşırı noktada olmayabilir: “Bu gördüğüm en harikulade çikolatalı pasta. Onu yersem gerçekten mutlu olacağım. Bunu gerçekten istiyorum.” Değil mi? Buraya gelirken uçakta benzer bir şey yaşadım. Yolda Viyana’da konakladım; Viyana, elmalı strudel’in memleketidir; dünyadaki en iyi elmalı strudel Viyana’da olsa gerek diye düşündüm. Bir dilim ısmarladım. Dünyanın en nefis strudeli denemezdi. O halde yansıtmalar tamamen anlamsızdır; gerçeği yansıtmaz. Elmalı strudel diye bir şey var, değil mi? Strudel benim zihnimin bir yansıtması değildi ama benim zihnim onun var olma tarzını harikulade bir şey olarak ve onu yediğimde beni son derece mutlu edecek bir şey olarak yansıtmıştı.

O halde, aynı şekilde ben de varım, siz de varsınız. Budizm bizim var olmadığımızı söylemez. Fakat yansıttığımız şey hiçbir şekilde gerçekliği yansıtmayan bir var oluş tarzıdır. Anlaşıldı mı? Şeylerin tek başlarına her şeyden bağımsız olarak var oldukları fikri – bu imkansız bir var olma tarzıdır. Değil mi? Her şey sebeplerden ve koşullardan kaynaklanır. Her şey sürekli değişir ama biz bunu görmeyiz; yalnızca gözlerimizin önündekini görürüz. Örneğin “Arkadaşımın gelmesi gerekiyordu ama gelmedi” deriz. Peki bu bana nasıl görünür? “Sen korkunç birisin, beni sürekli hayal kırıklığına uğratıyorsun; beni artık sevmiyorsun” diye düşünürüz. Öfkeleniriz. Onun yaşamının trafikte kalmış olma olasılığından, ofiste fazla mesaiye kalmış olma olasılığından veya kim bilir daha nelerden bağımsız olarak var olduğunu düşünürüz. Fakat bu bir takım sebeplerden ve koşullardan kaynaklanmıştır ve dolayısıyla, onun yalnızca kendi başına, her şeyden bağımsız olarak korkunç biri olması imkansızdır. Fakat zihnimiz bunu bize böyle yansıtır. Bu yansıtmaya tutunur ve onu bırakmayız. Bu da öfkeye, rahatsız edici duygulara ve sonra da o kimseyi bir sonraki görüşümüzde, yıkıcı davranışlara yol açar. Ona bağırıp çağırır, durumu açıklama fırsatı bile vermeyiz. Bağırıp dururuz ve bütün bu öfke içerisinde son derece mutsuz ve bedbaht oluruz, değil mi?

Bu, bütün örnekler için geçerlidir. Ben varım ama bir şekilde var olma şeklimin diğer herkesten bağımsız olduğunu ve özel olduğumu, vs. düşünürüm: bu bütünüyle yansıtma ürünüdür. Zırvalıktır. Hiçbir gerçekliği yoktur. Bunun gönderdiği gerçek bir şeyin bulunmayışına, bu yokluğa Budizm’de boşluk deriz. Buna karşılık gelen Sanskritçe kelime sıfır kelimesiyle aynıdır. Bu, bir kutu olduğu ve bunun boş olduğu anlamına gelmez; bu aptalca olurdu. Bu “hiçbir şey” demektir: hiçbir gerçekliğe karşılık gelmez. Karşılık geldiği hiçbir gerçeklik yoktur ya da sıfir gerçeklik vardır. Bu kişinin, eşim olan bu kimsenin beyaz atlı prens veya prenses olduğunu, kesinlikle mükemmel olduğunu, peri masalından fırlamışçasına mükemmel olduğunu düşünebiliriz. Bu imkansızdır. Bu şekilde var olan kimse yoktur ama biz hep onu ararız. Değil mi? Hep prensimizi veya prensesimizi arar, bunu bir kimseye yansıtır, o kişi bu beklentimizi karşılayamadığında da hayal kırıklığına uğrayıp bir başkasını aramaya koyuluruz, değil mi? O halde bu var olmanın imkansız bir yoludur. Neye karşılık gelir? Sıfıra, hiçbir şeye; bu boşluktur, yokluktur.

O zaman hakiki zihin yolu, hakiki anlayış, bunun anlamsız olduğunu anlamaktır. Bunun karşılık geldiği hiçbir gerçeklik yoktur. Hakiki sebebe baktığınızda, acıların hakiki sebebi bunun gerçek bir şeye karşılık geldiğine inanmaktır. Hakiki yol ise bunun gerçekliği olmadığını bilmektir. Bunlar karşılıklı olarak birbirini dışlar. Bunu tekrar söyleyeceğim. Söz konusu olan zihin karışıklığı, bunun gerçek bir şeye karşılık geldiğini düşünmektir. Doğru anlayışta böyle bir şey olmadığını bilirsiniz. Kesinlikle bunun karşılık geldiği hiçbir şey yoktur. O halde, basit bir biçimde anlatacak olursak, böyle bir şey vardır veya yoktur; hatta daha da kuvvetli bir ifadeyle, böyle bir şey vardır ve böyle bir şey yoktur. Bunlar birbirini karşılıklı olarak dışlar. Ya evet ya da hayır; her ikisi birden aynı anda olamaz.

Pekala, şimdi görüyorsunuz, analiz ediyorsunuz. Hangisi daha güçlüdür, “evet” mi “hayır” mı? Mantık yoluyla analiz edersem, yanıt elbette “hayır” olur. “Evet” mantığın sınavından geçemez. Gözlerimi kapadığımda herkes birdenbire var olmayı bırakır mı? Hayır, elbette bırakmaz. Hep benim istediğimin olması, dünyadaki en önemli kişi olmam doğru mudur? Hayır, bu gülünçtür. O halde sorgulamamızı derinleştirirsek, bilimsel olarak da, kafamın içinde konuşan küçük bir “ben” mi vardır? Peki bu nerededir? Beyni analiz etmeye başlarsak, karar alma süreci nerede gerçekleştir? Bu aşamada ne olup biter? Beyinde “ben” olarak bulunabilecek katı ve somut hiçbir şey yoktur. Elbette işlev görürüm, bir şeyler yaparım, konuşurum. Bunlar yadsınamaz ama burada yadsıdığımız husus, bir çizgi filmden fırlamışçasına bütünüyle fantezi ürünü olan bir şeydir: kafamda oturan küçük bir şey, bir “ben” “ben” “ben” olduğu ve bunun “her şey istediğim gibi olmalı” takıntısıdır. O halde, böyle bir şey olmadığı gerçeği mantıkla, akılla, sorgulama yoluyla desteklenirken, bu zihin karışıklığının gerçek bir karşılığı olduğu yanılsamasını destekleyen hiçbir şey yoktur.

Dahası, bu imkansız yoldan var olduğumu düşünmenin sonucunda ne olur? Kendimi bedbaht, mutsuz kılarım. Peki diğer şekilde düşünmenin, böyle bir şey olmadığını düşünmenin sonucunda ne olur? Kendimi tüm bu sorunlardan azat ederim. Üstüne üstlük, “Böyle bir şey yok, bu zırvalık” düşüncesine yoğunlaştığımda, aynı anda bunun gerçek bir şeye karşılık geldiğini düşünemem. Böylece bu yanlış anlayışın yerini doğru anlayış alabilir. O halde, sürekli doğru anlayışa yoğunlaşmayı başarabilirsek, o zaman bu zihin karışıklığı ya da yanlış anlayış bir daha asla hasıl olmaz.

O halde Buddha yalnızca Budizm’e münhasır olmayan öğretilerden de faydalanmıştır. Kendimizde bu doğru anlayışı geliştirmek amacıyla kusursuz konsantrasyonun nasıl yakalanacağına dair yöntemleri, “meditasyon” dediğimiz yolları başka Hint sistemlerinde de bulursunuz. Böylece acıların hakiki sebebini hakiki bir biçimde durdurmayı başarabilir ve dolayısıyla acıları da hakiki bir biçimde durdurabiliriz.

Zihinlerimize tüm bunlara yoğunlaşma ve bu yıkıcı alışkanlıkları tam ortasından yarıp geçme becerisini verecek gücü bize sağlayan da motivasyondur. Motivasyon bize gereken bütün bu zor işi yapacak zihin gücünü verir. İşte sevgi, şefkat ve benzer şeyler de bu noktada işe dahil olur. Hepimiz birbirimize bağlı olduğumuz için, elbette, bildiğiniz gibi, aynı benim mutlu olmak istediğim gibi, herkes mutlu olmak ister. Hepimiz eşitiz, hepimiz birbirimize bağlıyız. Başkalarına gerçekten yardımcı olmak istiyorsak da, o zaman bu zihin karışıklığından kurtulmamız gerekir. İşte böylece Dört Yüce Hakikatin basit bir sunumunu yapmış olduk. Bu konuştuklarımıza dair biraz daha derin bir anlayış geliştirmek istiyorsak, o halde karmayı ve yeniden doğuşu biraz daha iyi bilmemiz gerekir ve bunu da yarın yapacağız.

Peki, sorularınız var mı? Evet.

Katılımcı: [duyulmuyor]

Alex: Tekrar edeyim. Doğru anladıysam, sorunuz şuydu: “Eylemlerimizin başkaları üzerindeki sonuçlarını kesin olarak bilemeyeceğimize göre, ne olacağını bilmediğimiz halde herhangi bir şey yapmak sorumsuzca davranmak mıdır?” Arkadaşımız diyor ki, sorumluluk anlamında konuşursak, bu bizim olacak şeyi önceden bildiğimiz ve bunun sorumluluğunu aldığımız anlamına gelir ya da aksi, yani bilmediğimize göre, bunun sorumsuzluk olduğu anlamına gelir; örneğin, silah alacak parası olan herhangi bir kimseye bir silah sattığımızda, bu kişinin silahla ne yapacağını bilmeyiz ve dolayısıyla silah alacak parası olan herhangi birine silah satmak sorumsuzluk değil midir? İşte bence burada sağduyumuzu kullanmamız gerekir.

Bir kimseye silah satmanın zıttı bir örnek verebilirim. Bir kimsenin eğitiminin parasını ödemeyi ele alalım. Örneğin, pek çok ülkede, burada Romanya’daki durumu bilmiyorum ama pek çok ülkede üniversite öğretimi son derece pahalıdır. O yüzden diyelim ki bir kimsenin eğitimini üstlendim, ona üniversite parasını veriyorum. Bu kişinin üniversitede eğitim anlamında ne yapacağını bilmiyorum. Bu parayı gidip birisini aldatmak ve çok yıkıcı bir şey yapmak için kullanabilir ya da son derece yapıcı bir şey için de kullanabilir. Bunu bilemem. O halde, bence burada sağduyu kullanarak, bir kimsenin eğitimine yardımcı olmanın muhtemelen onlara yardımcı olacağını düşünürüz.

Bilmiyorum, birine silah satmak... Belki de silahları kendilerini barbarların saldırısına karşı korumak için veya buna benzer başka bir şey için kullanabilirler ama bu durum muhtemelen çok daha tehlikelidir. O yüzden burada sağduyu kullanıp, iyi niyetli davranırsınız. Fakat, sorumluluğa gelince, bence gerçekten kaçınmamız gereken şey bütün bu suçluluk veya kibir sendromudur. Ben burada kendi motivasyonumdan sorumluyumdur ve o noktada önemli olan rahatsız edici bir duygu söz konusu olup olmamasıdır: bu iyi bir motivasyon muydu, olumsuz bir motivasyon muydu. Benim sorumluluğum olan ve sonuçlarına katlanacağım şey budur ama bunun kontrolü bende değildir. Bu imkansızdır; olan biteni kontrol edebileceğim fikri imkansız bir varoluş tarzıdır. Bir kimseye yardım edersiniz ama o yine de korkunç bir başarısızlığa uğrar. Bu yüzden suçlu olmayız. İyi bir motivasyonumuz vardır ve ona yardım etmişizdir. Karşımızdaki kişi kendi tarafında çok çeşitli sebeplerden, başka koşullardan, vs. dolayı başarısızlığa uğramıştır. Başarılı olursa da, bu da onlarca etmene bağlı olarak gerçekleşmiştir, yalnızca benim sayemde değil. O halde, burada nedensellik mekanizmasına katılmış oluruz. Bir koşul yaratmışızdır, vs. ama imkansız olan şudur: bu tek şeyin, bu tek sebebin bir sonuca yol açtığı düşüncesi. Bu imkansızdır. Sonuçlar muazzam miktarda sebepten ve koşuldan kaynaklanır, tek bir sebepten değil. Anlaşıldı mı? Yalnızca başarı veya başarısızlık olarak düşünün. Elbette bu ekonomiyle ilişkilidir; toplumla ilişkilidir; milyonlarca şeyle ilişkilidir; mesele yalnızca bu kimsenin üniversiteye gitmesine yardım etmiş olmam değildir. Bu örneği Budist düşünce ve analiz etme tarzının bu sorundan kurtulamamıza ve son derece mutsuz bir zihin durumu olan suçluluk sorunundan kaçınmamıza nasıl yardımcı olacağını göstermek için verdim.

Evet?

Katılımcı: [duyulmuyor]

Alex: İzin verin kayıt için tekrar edeyim. Arkadaşımız diyor ki özel olduğumuz, herkesten bağımsız olarak var olduğumuz düşüncesinin gerçek bir şeye karşılık gelmediğini anlarsak, bu bizim temelde birey olarak işlev görme ve yapmamız gereken şeyleri yapma becerimizi zayıflatmaz mı? Pekala, “Bağımsız olarak varım” düşüncesinin öbür yüzü – kimsenin bağımsız olarak var olmadığını anlayarak bundan kurtuluruz – o halde “Bağımsız olarak yokum” düşüncesinin öbür yüzü, “Bağımlı olarak varım” düşüncesidir. Yani Budizm’de bahsettiğimiz bu anlayış bir “ben” olduğunu yadsımaz. Elbette “ben” vardır ve “sen” vardır ama buna dair daha gerçekçi bir anlayışa sahip oluruz.

O zaman gerçeklik nedir? Kendi iyiliğim ve refahım herkesin iyiliği ve refahına bağlıdır. Küresel ısınma, kirlilik gibi hususlar bağlamında düşünün: Bunlar yalnızca benim sorunum veya sizin sorununuz değildir; herkesin sorunudur. O halde elbette günlük bir düzeyde yeterince yiyeceğe sahip olmak, ailemizi beslemek, vs. gibi şeyleri halletmemiz gerekir ama bunu yapmak için diğer herkese bağlı olmamız gerekir. Yiyeceği kim yetiştirir? Yolları kim yapar? Dükkanları kimler işletir? Her şey başka kişilerin yaptığı işlerle olur. O halde bu anlayış daha gerçekçi olmamızı ve esasında daha iyi işlev görmemizi sağlar çünkü yalnızca bencil olmayıp, herkesi daha çok düşünürüz.

Katılımcı: Kordon gibi bir şeyle birbirimize bağlı olduğumuza dair bir teori vardı… [duyulmuyor]

Alex: Peki, demek herkesle birbirimize bağlı olduğumuzu kabul eden ama birbirimize göremediğimiz bir nevi kordonla bağlı olduğumuzu söyleyen bir teori var. O halde soru şu: “Birbirimize bağlı olduğumuz durumunu nasıl anlamak gerekir?”

Evreni kesinlikle sürekli bir enerji sahası olarak düşünebiliriz. Bilim ya da fizik açısından konuşursak, delik yoktur... pekala, kara delikler durumu var ama şimdi o konuya girmeyelim. Her şeyden önce, Budizm hepimizin bir olduğunu, hepimizin bu devasa evrensel çorbanın parçası olduğumuzu söylemez. Buraya kadar anladık mı? Zira o zaman bireysel eylemlerimizden sorumlu olmak son derece güçleşir. Anlaşıldı mı? “Hepimiz biriz; o halde sana ne istersem yapabilirim çünkü hepimiz biriz.”

O halde hepimizin aynı türde bir enerji sahasını paylaştığımız, bu sahaya katıldığımız fikri, bu hususa fizik düzeyinde bakmanın bir yoludur. Fakat Budizm’de bu husus daha ziyade nedensellik ilişkileri, sebepler ve sonuçlar anlamında düşünülür. Küresel ısınmayı ele alalım; bildiğiniz gibi, tüm dünyadan insanların havaya karbon diyoksit ve başka zehirli gazlar salmalarının tabii ki benim üzerimde etkisi vardır ve benim yaptıklarım da bu anlamda başkalarına etki edecektir. Fakat bu nedensellik ilişkisine dair anlayışımızı yalnızca fizikle sınırlandırmamız gerekmez. O zaman son derece sofistike bir neden-sonuç analizine ve neden ile sonucun nasıl birbiriyle ilişkili ve birbirine bağlı olduğu konusuna girmeye başlarız. Bu biri neden diğeri sonuç olan iki top arasındaki bir sopa gibi midir? Budizm’de buna “hayır” deriz. O halde herkesle birbirimize bağlı olma durumumuz, nasıl diyelim, yalnızca fizik veya enerji düzeyinde anlaşılmaz; aynı zamanda nedensel düzeyde anlaşılır çünkü sonuçta şu anda yaşamakta olduğumuz şey, bu gezegende yaşamın başlangıcına değin geçmişte herkesin yapmış olduklarının sonucudur.

Katılımcı: [duyulmuyor]

Alex: Peki, tekrar edelim. Söylediğinizin iki ayrı kısmı var gibi. Öncelikle, Awakening the Buddha Within [İçimizdeki Buddha’yı Uyandırmak] kitabını okumuşsunuz ve sizce kitap Buddha meditasyonunun önemli oranda iç gözlemden ibaret olduğunu, dışarıdan ziyade içimize bakmak olduğunu söylüyordu.

Elbette Budist pratiğin büyük bir bölümü kendi içimizdeki zihin karışıklığını analiz etmek, rahatsız edici duygularımızı analiz etmek, bunların nereden geldiğini, zihin karışıklığının nerede yattığını sorgulamaktır ama kendimizi anlayıp sorunlarımızı nasıl kendi zihin karışıklığımızdan yarattığımızı gördüğümüzde, başkalarının da nasıl kendi sorunlarını zihin karışıklığından yarattığını anlayabiliriz. Zararlı bir biçimde davranıyorlarsa, bize öfkeleniyor veya bu türde bir şey yapıyorlarsa, bu bizim “Of, ne fena biri” diye düşünme eğilimimizi yenmemize olanak verir. Karşımızdakinin zihninin karışmış olduğunu ve dolayısıyla onun bir şefkat nesnesi olduğunu anlarız.

O bahsettiğiniz kitabı da okumadım ama “içimizdeki Buddha” genellikle “Buddha doğası” dediğimiz şeye ilişkindir. Buddha doğası ise hepimizin Buddha olmamıza olanak verecek tüm etmenlere zihnin doğasının parçası olarak sahip olduğumuz gerçeğini ifade eder. Sadece Buddha olma potansiyelinden de bahsetmiyoruz, bu potansiyel bunun bir parçasıdır. Bunun parçasıdır, bu potansiyele sahibizdir. Demek istediğim, kalbin herkesi eşit olarak sevme becerisi vardır. Bu potansiyele sahibizdir ama daha derin bir düzeyde de, bu durum bazı gerçeklere karşılık gelir. Burada söz konusu olan gerçek, zihnin doğası itibarıyle karışıklık barındırmadığıdır.

Gelelim ikinci sorunuza... Tanrı’yla ilgili... pekala, bu konuda söylenebilecek çok şey var. Çeşit çeşit tanrı var, Yunan tanrıları, Hindu tanrıları, Batı Tanrısı, vs. Budizm bu gibi varlıkların varlığına inanır mı? Evet. Tamam ama Budizm pek çok farklı yaşam formu olduğuna inanır, yalnızca görebildiklerimize değil. Tamam ama sorunuz bu değildi. O halde, “İbrahimî dinler” dediğimiz dinlerde, yani Musevilik, Hristiyanlık ve İslam’da kavranan Tanrı’yı düşünürsek, Budizm’in reddettiği şey bir yaratıcının varlığıdır. Budizm Tanrı’nın tüm diğer niteliklerini şu veya bu şekilde kabul eder. Evrende düzen var mıdır? Evet. Evrende sevgi var mıdır? Evet. Şefkatle evrenin iyiliğini düşünen yüksek varlıklar var mıdır? Evet, bunlara “Tanrı” demiyor olabiliriz ama vardır. Bu, kelimelerin ötesinde, kavramların ötesinde, adların ötesinde midir? Evet. Fakat tüm bunları, bütün bu nitelikleri alıp bunlara bir de bunun mahluklarından bağımsız olarak var olan bir yaratıcı olmasını eklersek? Bu, mantık bakımından anlamsızdır.

Budizm daha ziyade başlangıçsızlık, başlangıç olmaması durumunu benimser. Oldu mu? Büyük Patlama; bu yalnızca şu anda içinde yaşadığımız tek bir evrene dairdir ama daha pek çok büyük patlama vardır ve mutlak bir başlangıç yoktur. Değil mi? Diğer bir deyişle, her şey neden-sonuç uyarınca meydana geliyorsa, nasıl olur da bundan öncesinde bir şey olabilir? Nasıl olur da hiçlikten başlar? Hiçlikten başlayamaz. Bir neden-sonuç ilişkisi içerisindeyseniz, bundan bağımsız olamazsınız. Akıllı tasarım meselesine gelince; diğer bir deyişle, evrende bir düzen olduğuna göre bunu birilerinin planlamış olması gerekir; peki ama neden? Sırf evrende düzen var diye bunu bir şeyin düşünmüş olması gerektiği mantıksal olarak zorunlu değildir. Evrende düzen vardır çünkü her şey işlemektedir, her şey çalışmaktadır. İşlemiyor veya çalışmıyor olsaydı, evrende düzen olmazdı. O halde bunu planlamış ve ne olacağına karar vermiş dışsal bir şeye neden ihtiyaç olsun? Demek ki Budizm temelde bu spesifik karakteristiğin, yani yaratımın var olmadığını söyler. Buna ister “Tanrı” deyin, ister tüm diğer nitelikler için bu kelimeyi kullanın, fark etmez.

Katılımcı: [duyulmuyor]

Alex: Söylediklerinizi kayıt için özetleyeyim. Dediniz ki bir tür krizdesiniz, kaygılı bir ruh hali içerisindesiniz; etrafınızdakiler kaygı ve endişe dolu ve siz de bu kaygıları kendi üzerinize alıyorsunuz. Bununla baş etmek için de yaptığınız şey meditasyonla sakinleşmek ama sakinleştikten sonra eski halinize dönüyor, yine bu enerjiyle şarj oluyorsunuz. Peki “Ben bu konuda ne düşünüyorum?”

Budizm’de kullanılan çok ama pek çok yöntem vardır. Sizin anlattığınız durum bununla baş etmenin geçici bir yolu gibi duruyor; geçici olduğundan, sakinleşmeye yardımcı oluyor ama sonra bütün o enerji geri geliyor; yani sorun ortadan kaybolmuyor. Başkalarının acılarını ve sorunlarını kendi üzerinize alıp, karşılığında sevgi vermeyi kafanızda canlandırdığınız Budist pratikler bulunur. Buna genellikle Tibetçe bir kelime olan tonglen dendiğini duyarsınız. Bu çok ama çok ileri düzeyde bir pratiktir. Bunu yapıyormuş gibi davranabilirsiniz ama bunu gerçekten yapmak, başkasının acısını gerçekten kendi üzerinize alıp onun acısını çekmek başka bir şeydir.

Başkalarının sorunu aptal olmalarıysa ve bu aptallığı kendi üzerime alırsam, bu orada öylece tam bir aptal gibi duracağım anlamına mı gelir? Şimdi de ben mi aptal olurum? Hayır; burada yaptığımız şey... biliyorsunuz, çünkü başkalarının sorunlarını öylece onlardan alamazsınız. Yani bunu yapabilecek olsaydınız, zaten Buddha da yapardı ve kimsenin artık ne sorunu ne de acıları kalırdı. Bu şekilde geliştirilen şey, herkesin sorunlarıyla bunlar kendi sorunlarımızcasına baş etme cesaretidir. O halde sorunu üstleniriz; “her sorun gerçekten evrensel bir sorundur” örneğini ele almak gerekir. Kimsenin tamamen kendisine ait özel bir sorunu yoktur. Koşullardan bahsediyorum, yani... diyelim ki bir kimse bir ilişki sorunu yaşıyor; herkesin ilişkilerle sorunları vardır. Herkesin çocuklarıyla sorunları vardır. Herkesin işleriyle sorunları vardır; bunlar herkeste vardır. Spesifik koşulların burada bir önemi yok. Yahut ekonomik sorunlar; hepimiz aynı gemideyiz. Pekala, o zaman sorunu üstleniriz. Bu demektir ki şimdi bu sorunla baş edeceğim.

Tamam, verdiğiniz örnek dünyamızda şu anda yaşanmakta olan ekonomik kriz. Örneğin dünyadaki her hükümetin bütün parasına dahi sahip olsanız, bu sorunu öylece fiziksel bir düzeyde çözemezsiniz. O halde, sorunu birkaç açıdan çözmeye çalışmak gerekir. Zihinsel düzey, duygusal düzey; bu düzeylerden biri işinizi kaybetmenin ve ekonomik sıkıntıyla yüzyüze olmanın duygusal ıstırabıyla nasıl başa çıkacağınızdır. Bir düzeyde böyle düşünürsünüz; “İşimi kaybettim, çocuklarımı nasıl besleyeceğim?” sorunuyla baş etme konusu. Diğer düzey ise, “Bu soruna yol açan zihniyet neydi? Açgözlülük müydü, başka bir şey miydi?” diye düşünmektir.

Böylece sorunu kendi üzerinize alırsınız. Sorunun bir anlamda çözülmesine, bunun katı ve somut bir canavar olmadığını anlamak anlamında çözülmesine izin verirsiniz. Oldu mu? O halde yapısöküme uğratın. Bir yandan, bu sorunun nasıl meydana geldiğini, neden meydana geldiğini görürsünüz ve bilirsiniz, açgözlülüğün olmadığını düşünün ve bunun herkese ulaştığını hayal edin. Basitçe söylersek, bu soruna yol açan açgözlülüktür; böylece katı ve somut sorunu yapısöküme uğratırsınız: “Of bu korkunç” dediğiniz ve bunun sizi için için yiyip bitirdiği ve bununla baş edemediğiniz durumu yapısöküme uğratırsınız. O zaman bunun açgözlülükten kaynaklanmış olduğunu ve gelecekte bu gibi şeyleri önlemek için gereken çözümün insanların çevreyi düşünmesi olduğunu, maddi olanaklarının izin vermediği şeyleri satın almamaları, açgözlülükle hep daha fazlasına sahip olmayı, hep daha fazla para kazanmayı istememeleri olduğunu görürsünüz.

Hayalimizde sorunu katı ve somut bir şey haline getiririz; korkunç bir sorun haline gelir. Sonra da depresif oluruz. Hiçbir şey bu şekilde var olmaz. Her şey sebeplerden ve koşullardan kaynaklanır; koşulları değiştirirsek, durum da değişir. Ayrıca insanların beklentileriyle, örneğin daha düşük yaşam standartlarıyla, vs. baş etmeye çalışırız. Bununla baş etmenin yolu gerçekte nedir? İnsanlar sahip oldukları kaynakları bir araya getirir. Yani bence insanların bununla başa çıkmasının duygusal bakımdan en iyi yolunu düşünürsünüz. Bunun gibi bir şey.

Her neyse, oldukça geç oldu. Bugün burada bitirelim ve bu bitişi “ithaf” dediğimiz şeyle yapalım. Bugün buradan çıkan her anlayış, her olumlu enerji hep daha derinleşsin ve... hepimizin Buddha mertebesine ulaşmasına vesile olsun ki herkese en iyi şekilde yardımcı olabilelim.

Alexander Berzin
Romanya, Bükreş, Haziran 2009
Türkçe’ye çeviren: Yeşim Özben



Yazar Hakkında

  • Yeşim Özbey

    Yeşim Özbey

    Öfkeye tutunmak, zehiri kendin içip ötekinin ölmesini beklemek gibidir. Buddha