Hanefi Mezhebinin Tarihçesi

Kadılık ve Resmi Mezhep Uygulamasının Hanefiliğin Gelişimine Etkileri

Kadılık ve Resmi Mezhep Uygulamasının Hanefiliğin Gelişimine Etkileri
Yazan : @Dünya Dinleri Tarih : Kategori : Hanefi Mezhebinin Tarihçesi Yorumlar : 0 Okunma : 2955 Beğen : 0

Abbasi Halifesi Harunürreşid’in Ebu Yusuf’u kadılkudat olarak tayin etmesi ve bütün kadı tayinlerinde onu yetkili kılması esasen yargılamada düzen ve birliğin sağlanması, ülke genelinde hukuki istikrar ve güven ortamının kurulması yönünde atılmış ciddi bir adım olması yanında Hanefi mezhebinin tanınmasına ve yayılmasına da hizmet etmiştir.

Kaynaklarda doğuda Hanefiliğin, batıda ise Maliki mezhebinin devlet otoritesiyle yayıldığının ifade edilmesi (Ahmed Teymur Paşa, s. 9; Ali Hasan Abdülkadir, s. 293) veya Makrizi’nin, Ebu Yusuf’un 170 (786) yılından sonra kadılkudat olması ile birlikte sadece kendi mezhebine mensup kimseleri kadı tayin ettirdiği şeklindeki ta‘rizkar ifadesi (el-Ħıŧaŧ, II, 333) bir yönüyle doğrudur. Ancak İslam toplumunda IV-V. (X-XI.) yüzyıla kadar fıkıh alanında bugünkü anlamda bir mezhep ve mezhebe intisap kavramının bulunmadığı düşünülürse Ebu Yusuf’un, aralarında bazı usul ve görüş ayrılığı olsa da Ebu Hanife’nin müşavere ve ilim meclisinde bulunan Irak fıkhına vakıf kimseleri kadı olarak tayin ettiği, bununla da ilk planda yargılamada birlik ve istikrarı gerçekleştirmeyi amaçladığı söylenebilir. Bununla birlikte Abbasi Hilafeti’nin Ebu Yusuf’la başlattığı kadılkudatlık uygulaması amaç itibariyle olmasa da sonuç itibariyle, özellikle de yeni fethedilen ve halkı yeni müslüman olan bölgelerde Hanefi mezhebinin tanınıp benimsenmesini kolaylaştırmıştır. Hanefiliğin teşekkülü ve yayılışında kadıların oynadığı rolü, bu kişilerin mezheplerini görev bölgelerine empoze ettikleri ve bölge halkını Hanefileştirdikleri şeklinde değil Irak fıkhının özünü ve metodolojisini iyi kavramış, re’y ve ictihadda dirayet kazanmış ve gittikleri yerlerde bu çizgide bir fıkhi düşünceyi başlatmış veya güçlendirmiş olmaları ile açıklamak daha doğru görünmektedir. Bu sebeple, mesela Ebu Yusuf’un sırf Kufe fıkhının Suriye bölgesinde de bilinmesi ve yayılması amacıyla İmam Muhammed’i Rakka’ya kadı olarak önerdiği ve tayin ettirdiği şeklindeki rivayetleri (Zehebi, s. 55-56) genellemek doğru değildir. Öte yandan özellikle ileri dönemlerde kadıların bölgelere gönderilirken o bölge halkının mezhebinin göz önünde bulundurulduğu, bilhassa ahval-i şahsiyye ve muamelat hukuku alanında mezhepler açısından çoğulcu bir hukuk sisteminin uygulandığı düşünülürse kadı tayinlerinin her zaman bir mezhebin yayılmasının sebebi olmadığı, bazan da bu yayılışın sonucu olduğu görülür. Bundan dolayı devlet başkanının belli bir mezhebe mensubiyetini ve kadıların da o mezhepten tayin edilmiş olmasını bir fıkıh mezhebinin yayılmasının temel sebebi olarak göstermek yerine bu etkiyi sınırlı ölçüde kabul etmek daha isabetlidir.

Ebu Hanife’nin bir defasında, etrafında yer alan öğrencilerinden yirmi sekizini kadılık yapabilecek, bunlar arasında altısını da fetva verebilecek kimseler olarak takdim ettiği rivayet edilmekte (Hüseyin b. Ali es-Saymeri, s. 152), Ebu Yusuf’un on altı yıl süren kadılık ve kadılkudatlığından başka Ebu Hanife’nin birkaçı hariç hemen hemen bütün öğrencilerinin o günkü İslam coğrafyasının değişik bölge ve merkezlerinde kadılık yaptığı bilinmektedir. Mesela İmam Züfer’in Basra, Nuh b. Ebu Meryem’in Merv, Kasım b. Ma‘n ve Nuh b. Derrac’ın Kufe, Yahya b. Zekeriyya’nın Medain, İmam Muhammed’in Rakka, Rey ve Horasan, Hafs b. Gıyas’ın Bağdat ve Kufe, Esed b. Amr el-Beceli’nin Vasıt ve Bağdat, Hasan b. Ziyad’ın Kufe, İsmail b. Hammad’ın Bağdat, Basra ve Rakka, Ömer b. Meymun ve Ebu Muti‘ el-Belhi’nin Belh kadılığı yaptığı, sonraki nesil fakihlerin de aynı şekilde kadı, kazasker ve kadılkudat olarak görev aldıkları kaydedilir.

Kaynaklarda Ebu Yusuf’un kadılkudatlığından sonra, başta Kufe’nin doğusunda kalan bölgeler olmak üzere çeşitli bölgelere kadıların önemli bir kısmının fıkhı ictihad veya tahric derecesinde kavramış kimseler olduğu, Hanefi fıkhının tedvinine ve gelişmesine gerek ravi gerekse müellif olarak önemli katkılar sağladıkları yönünde birçok örnek ve rivayete yer verilir. Yeni bölgelerde görev yapan ilk birkaç nesil kadılarının yetişkinliği, hem bu bölgelerde Irak fıkhı çerçevesinde bir hukuki gelenek ve istikrarın kurulmasına hem de bu ekol içinde farklı görüş, bölgesel şart ve uygulamalardan kaynaklanan geniş bir yelpazenin oluşmasına amil olmuştur. Diğer bir ifadeyle bu gelişmeler, Hanefi hukuk doktrinine yeni bakış açıları ve yorumlar kazandıran meşayihler döneminin de hazırlayıcısı olmuştur. Bununla birlikte ilk dönemlerden itibaren kadıların müctehid hukukçular arasından seçildiği doğru ise de ülke sınırlarının bir hayli genişlediği III. (IX.) yüzyılın ilk yarısından sonra yeni kadılara ihtiyacın hızla arttığı ve fakihler arasında taklidin yaygınlaşmaya ve hoş görülmeye başlaması ile tayin edilecek kadının müctehid olması şartında ısrar etmenin bir hayli zorlaştığı, bu sebeple ictihad ve fetva derecesinde olmayan kimseleri de kadı tayin etme mecburiyetinin ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.

Harunürreşid’den itibaren Abbasi halifelerinin kadılkudatlık makamını ihdas edip bu makama, hilafet merkezinin de ağırlığı bulunan ve bir bakıma Emevi dönemi Hicazhadis fıkhına alternatif teşkil eden Irak fıkıh ekolüne -daha sonraki adlandırma ile Hanefi mezhebine- mensup hukukçuları tayin etmeleri, Abbasiler’in hakimiyet alanında özellikle Irak, İran, Horasan ve Batı Türkistan’da bu mezhebin tanınıp yayılmasında önemli rol oynamıştır. IV. (X.) yüzyıl Abbasi kadılarından Ali b. Muhassin et-Tenuhi, kendi dönemine kadar çeşitli bölgelerde kadılık yapan birçok kimseden, “Ebu Hanife’nin ashabındandı; Ebu Hanife ve ashabının mezhebi üzereydi; Irak ehlinin mezhebindendi” gibi ifadelerle söz eder (örnek olarak bk. Neşvarü’l-muĥađara, I, 28; V, 212, 214, 230, 237; VI, 10, 36, 42, 44, 66, 72; VII, 32, 46, 65).

Bağdat Abbasi Hilafeti döneminde, kadılkudatlığa Hanefi mezhebine mensup hukukçular arasından tayin yapılması geleneğinin büyük ölçüde korunduğu görülür. Mesela Şafii fakihi Ebu Hamid el-İsferayini’nin halife nezdinde itibar kazanması sonucu, bir ara Halife Kadir-Billah’ın Hanefi kadılkudat Ebu Muhammed Abdullah b. Muhammed el-Ekfani’nin yerine Şafii Ebü’l-Abbas Ahmed b. Muhammed el-Barizi’yi kadılkudat olarak tayin etmesinin hem Bağdat’ta hem de doğu illeri arasında çekişmeye ve ihtilafa yol açtığı, bu sebeple çok sürmeden bu tayinin geri alındığı, bununla birlikte zaman zaman Şafii kadılkudatların da görev yaptığı kaydedilir (Ali b. Muhassin et-Tenuhi, V, 55; Makrizi, II, 333-334; Ahmed Teymur Paşa, s. 9-10).

Günümüzde müntesibi bulunmayan fıkıh mezhepleri hariç tutulursa Hanefiliğin özellikle Irak’ta ve doğusunda, Maliki mezhebinin Hicaz’da, Şafiiliğin Mısır’da, Hanbeliliğin de daha geç dönemlerde Bağdat’ta ve Hicaz’da yayıldığı bilinmekle birlikte başta bu mezhep alimlerinin gayreti olmak üzere çeşitli amiller sonucu her mezhep Endülüs’ten Hindistan’a kadar İslam coğrafyası üzerinde az veya çok tanınıp benimsenmiş, buna bağlı olarak da çeşitli şehir ve bölgelere farklı mezheplerden kadı tayin edilmiştir. Mesela Medine’ye önceleri Şafii kadılar gönderilirken daha sonraları Maliki ve Hanefi kadıların da görevlendirilmesi (Kalkaşendi, XII, 253), burada Hanefiliği yayma gayretiyle değil bölgede yaşayan Hanefiler’in hukuki ihtilaflarını devlet eliyle ve kendi mezheplerine göre sonuçlandırma politikasıyla açıklanabilir.

Öyle anlaşılıyor ki Abbasiler’in Ebu Yusuf’la başlattıkları kadılkudatlık ve resmi mezhep uygulaması özellikle Kufe’nin doğusunda kalan İslam coğrafyasında Hanefi mezhebinin tanınmasına ve benimsenmesine yol açtığı gibi bu sonuç bu bölgelere Hanefi kadı tayinini gerekli kılacak bir sebep de teşkil etmiş, neticede mezhebin yayılışı ile kadılık uygulaması arasında iki yönlü sebep-sonuç ilişkisine benzer bir etkileşim olmuştur. Nitekim Makdisi, III (IX) ve IV. (X.) yüzyıllarda Nişabur, Şaş, Tus, Nesa, Buhara, İsferayin gibi bazı şehirlerde Şafiiler’in çoğalıp ekseriyeti teşkil etmesiyle buralara Şafii kadılarının tayin edildiğini veya duruma göre bölgede hem Hanefi hem de Şafii iki kadının görev yaptığını kaydeder (Aĥsenü’t-teķasim, s. 311, 323). Maliki-Sevri ve Şafii-Zahiri fıkhının yaygın veya etkili olduğu Hicaz, Suriye, Mısır ve bazı Irak bölgelerine yapılan tayinlerde, Hanefi kadılkudatın o bölge halkının mezhebine uygun kadı tayini yapmaya özen gösterdiği, fakat yine de farklı mezhepten kadı tayinleri sebebiyle zaman zaman bazı sıkıntıların yaşandığı görülür. Bu husus, Ebu Yusuf ile başlayan kadılkudatlık müessesesi, Bağdat Abbasi Hilafeti döneminde uzun bir süre Hanefiler’in elinde bulunup resmi mezhep uygulaması genelde Hanefilik lehine seyretmekle birlikte tarih içinde ortaya çıkan uygulamalar, bu kurumun herhangi bir mezhepte olmasının ülke genelinde bütün kadı tayinlerinin o mezhebe göre yapıldığı ve bu prensibe her dönemde titizlikle uyulduğu anlamına gelmediğini göstermektedir. Bu hüküm, fıkıh mezhepleri arasında münazara ve tartışmaların artıp mezhep doktrininin oluştuğu bölgeler ve fıkıh mezheplerinin yerleşiminin büyük ölçüde tamamlandığı ileriki dönemler için daha da geçerlidir. Dolayısıyla ilk dönemlerde bugünkü anlamda fıkıh mezhebi telakkisinin olmadığı, ileri dönemlerde ise (V./XI. yüzyıl ve sonrası) kadı tayinlerinde bölge halkının mezhebinin göz önünde bulundurulduğu ve kadının mezhebinin o bölgede bir bakıma pozitif hukuk ve kanunlaştırmaya benzer bir işlev gördüğü, halkın özel hayatıyla ilgili olarak ferdi mezhep ve fetva seçimini de doğrudan etkilemediği söylenebilir.

Tabakat müellifleri, İsmail b. Elyesa‘ el-Kindi’nin (ö. 164/781) Mehdi-Billah döneminde Mısır’a tayin edilen ve bölgede Ebu Hanife’nin görüşlerinin tanınmasını sağlayan ilk Iraklı kadı olduğunu, halkın aşina bulunmadığı görüşlerle hüküm verdiği, mesela hapis cezası uygulamadığı gibi gerekçelerle halifeye şikayet edildiğini ve Mehdi tarafından azledildiğini bildirirler (Kindi, s. 371-373; Kureşi, I, 438-439). Yine Hilalürre’y’in öğrencisi ve döneminin önde gelen Hanefi fakihlerinden Bekkar b. Kuteybe’nin Halife Mütevekkil-Alellah tarafından 246’da (860) Mısır’a kadı tayin edildiği, İbn Semaa’nın öğrencisi ve Tahavi’nin hocası Ebu Ca‘fer Ahmed b. Ebu İmran’ın da Mısır’da kadılık yaptığı kaydedilir (Leknevi, 14, 55; Hacvi, II, 91). Bu örneklerden, Abbasiler döneminde tayin edilen Hanefi kadıların da katkısıyla Mısır’da Hanefiliğin giderek tanınıp yayıldığı anlaşılmaktadır.

Fatımiler döneminde Mısır’da, Bağdat’a nazire olarak ikinci bir kadılkudatlık ihdas edilip bu makama İsmaili mezhebinden kişiler tayin edilmiş ve bu çizgide bir adli kadrolaşmaya gidilmiş olmakla birlikte bir ölçüde Maliki ve Şafii mezhebine de müsamaha gösterildiği, hatta bazı dönemlerde Maliki ve Şafii kadıların sınırlı yetkilerle görev yaptığı olmuştur (Ahmed Teymur Paşa, s. 14). Fatımiler, Abbasi Devleti’nin resmi mezhebi olması sebebiyle Hanefiliğe karşı tavır almışlar, diğer mezheplere de ibadetler ve ahval-i şahsiyye gibi sınırlı bir alanda göz yummuşlardır.

Hanefi mezhebinin Suriye’de yayılışını bölgede Selçuklu / Türk hakimiyetinin başladığı V. (XI.) yüzyılın ikinci yarısından başlatmak doğru olur. Bölgeye Hanefi kadıların tayin edilmesi, bazı büyük camilerde Hanefi imamlara görev yaptırılması, Hanefi fıkhının öğretimi için medrese açılması bölgede Hanefiliğin yayılışında hayli etkili olmuştur. Zengi Hükümdarı Nureddin Mahmud Zengi 549’da (1154) Dımaşk’a girdiğinde şehirde üç Şafii, iki Hanbeli medresesine karşılık dört Hanefi medresesinin bulunduğu, Nureddin Zengi’nin Hanefi mezhebinin Suriye ve Mısır’da yayılmasında önemli hizmetlerinin olduğu, bu mezhep fıkhının öğretildiği medreselerin çoğaltılıp doğu illerinden Hanefi alimlerin getirildiği, Selahaddin-i Eyyubi’nin de Kahire’de Hanefi fıkhı için bir medrese açtığı, sonuçta VII. (XIII.) yüzyılın ortalarına doğru Hanefiliğin de bu bölgede diğer iki fıkıh mezhebi ölçüsünde güçlendiği kaydedilir (Kureşi, III, 439-440; Makrizi, II, 343; Ahmed Teymur Paşa, s. 15; ayrıca bk. Madelung, Actasdo IV Congresso, s. 130 vd.).

Suriye ve Mısır’ın Eyyubiler’in hakimiyetine girmesiyle birlikte VI. (XII.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kahire’de kadılkudatın Şafiiler’den tayin edildiği, Şafii mezhebi yanında Maliki mezhebinin de bölgede gerek adliye gerekse öğretim alanında açık bir üstünlüğünün bulunduğu belirtilir (Makrizi, II, 343). Suriye’de Eyyubiler zamanında Şafiiler’in özel himaye görmesi sebebiyle hem medrese hem de nüfus itibariyle Hanefilik ikinci sırada yer almıştır.

Memlükler zamanında, önce Kahire’de 659’da (1261) Şafii Taceddin Abdülvehhab b. Binti’l-eaz kadılkudat tayin edilmişken halkın farklı mezheplere mensubiyetinin doğurduğu sıkıntılar sebebiyle diğer üç mezhepten de kadılkudat tayin edilmesi ve rütbe itibariyle Hanefi kadılkudatın Şafii olandan sonra yer alması özellikle Eyyubiler dönemindeki gelişmelerin sonucudur (İsam M. Şebaru, Ķađı’l-ķuđat fi’l-İslam, s. 42-43). Makrizi, Baybars’ın Mısır’da Şafii, Maliki, Hanefi ve Hanbeli mezheplerinden dört kadılkudat tayin ettiğini ve 665’ten (1266) itibaren bütün İslam şehirlerinde gerek eğitim ve din hizmetlerinde gerekse devlet ve mahkeme nezdinde sadece bu dört mezhebin tanınıp kabul edildiğini ve bu tarihin, ümmetin dört mezheple amel konusundaki fiili ittifakının başlangıcını teşkil ettiğini belirtir (el-Ħıŧaŧ, II, 344). Makrizi’nin bu ifadesinden hareketle başta J. Schacht olmak üzere bazı müellifler, Sünni müslümanlar arasında dört fıkıh mezhebinin hakimiyetini VII. (XIII.) yüzyılın sonlarından başlatırlarsa da (An Introduction to Islamic Law, s. 65) Makrizi’nin bu tesbitini sadece Mısır ve Suriye açısından bir yönüyle geçerli saymak gerekir. Çünkü IV. (X.) yüzyıl müelliflerinden Makdisi’nin, kendi döneminde İslam dünyasında fıkıhta dört mezhebin bulunduğundan söz ederek Hanefi , Maliki, Şafii ve Davudi (Zahiri) mezheplerini zikretmesi (Aĥsenü’t-teķasim, s. 37), Sünni kesimde Zahiri mezhebinin temsilcilerinin kalmaması veya Şafii mezhebinde erimesiyle ve Hanbeliliğin de teşekkülüyle birlikte yaklaşık V. (XI.) yüzyılın sonlarından itibaren bugünkü dört mezhebin takarrur ettiği, mesela Abbasi halifelerinden Nasır-Lidinillah’ın kadı tayinlerini bu dört mezheple sınırlandırdığı, medreselere de yine dört Sünni mezhepten hoca tayini yapıldığı göz önünde bulundurulursa söz konusu bu fiili ittifakı çok daha önceden başlatmak mümkün olur (bk. Makdisi, The Rise of Colleges, s. 4-6).

İbn Kesir’in, Memlük Sultanı Baybars’ın dönemine tekabül eden 664 (1266) yılından itibaren Kahire’ye ilave olarak Dımaşk’ta da dört mezhepten kadılkudat tayin edildiği yönündeki ifadesi (el-Bidaye, XIII, 300, 308, 352; XIV, 225; ayrıca bk. Kalkaşendi, XII, 57), kadılkudatların bazı dönemlerde ülkenin değil belirli bir bölgenin adliye nizamını düzenleyip denetleyen kimseler olarak görev yaptığını göstermesinin yanı sıra Sünni fıkıh mezheplerinin birçok bölgede -oranları farklı bile olsa- müntesibe sahip bulunduğu anlamına gelir. Bu hükmü Halep’te, Trablus’ta hatta Medine’de birden fazla kadılkudatın görev yaptığına dair kayıtlar da desteklemektedir (İbn Kesir, XIII, 143; Kalkaşendi, XII, 36-58, 156, 181; İsam M. Şebaru, Ķađı’l-ķuđat, s. 93, 99, 102, 104).

Fıkıh mezheplerinin gelişme ve yayılma sürecinde Hanefiliğin belki de en az tanındığı ve yayıldığı yer Kuzey Afrika ve Endülüs olmuştur. Makdisi Endülüs’te sadece Maliki mezhebinin bulunduğunu, Hanefi ve Şafiiler’in buradan uzaklaştırıldığını, Mısır’a kadar Kuzey Afrika’da ise İmam Şafii’nin tanınmayıp sadece İmam Malik ve Ebu Hanife’nin bilindiğini, Sicilya halkının da çoğunun Hanefi olduğunu belirtir (Aĥsenü’t-teķasim, s. 236-238). Makdisi ayrıca Kuzey Afrika’da Hanefiliğin İmam Muhammed’den fıkıh okuyan Esed b. Abdullah sayesinde yayıldığını, Endülüs’te de başlangıçta Hanefiliğin yaygın olduğunu, fakat Malikiler ile Hanefiler arasında ihtilafın daha fazla büyümesini önlemek ve uygulamada birliği sağlamak için Hanefiliğin engellenip Maliki mezhebinin özel himaye gördüğünü ilave etmekteyse de Afrika’da İmam Muhammed’in görüşlerini ve eserlerini tanıtan kişinin Kayrevan’da kadılık yapan, Maliki fıkhının tedvin ve tanıtımında da önemli rol oynayan Esed b. Furat olması gerekir. Nitekim Makrizi Afrika’da önceleri sünen ve asarın yaygın olduğunu, burada Hanefiliği ilk defa Ebu Hanife’nin öğrencisi Abdullah b. Ferruh’un (ö. 175/791) tanıttığını ve mezhebin Afrika kadısı Esed b. Furat ile güçlendiğini (el-Ħıŧaŧ, II, 333; ayrıca bk. Kureşi, II, 320-321), İbn Ferhun da 400 (1009) yılına kadar diğer birçok bölgenin yanı sıra Kuzey Afrika’da da Hanefiliğin yaygın olduğunu, ancak bölgede giderek Malikiliğin hakim duruma geldiğini belirtir (ed-Dibacü’l-müźheb, s. 12-13). Öyle anlaşılıyor ki siyasi iktidarların kazai birliği sağlama amacıyla kadı ve kadı’l-cemaaları Maliki mezhebinden tayin etmesi ve resmi mezhep uygulamasına gitmesi, bölgede Hanefiliğin yayılma hızının kesilmesinin ve giderek gerilemesinin temel sebebini teşkil etmiştir.

Hanefi mezhebinin yayılmasında özellikle Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin rolü büyüktür. Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey’in Nişabur, İsfahan, Hemedan gibi Hanefiliğin nisbeten az tanındığı yerlere Hanefi kadı ve imamlar tayin ettiği ve ülke genelinde Hanefiliğin güçlenmesinde önemli payının bulunduğu kaydedilir (bk. Madelung, Actasdo IV Congresso, s. 125 vd.). Nizamülmülk zamanında söz konusu tutumun Şafiilik lehine bir hayli yumuşamış olması gibi bazı ara dönemler istisna edilirse bu politikanın Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları zamanında ana hatlarıyla devam ettiği, kadıların Hanefi mezhebinden tayin edilmesinin ve mahkemelerde ağırlıklı olarak Hanefi fıkhının uygulanmasının bu devletlerin ve bunların devamı olan Osmanlı Devleti’nin genel siyaseti olduğu görülür. Ancak Selçuklu döneminde ve Osmanlılar’ın ilk zamanlarında kadı beratlarında hükümlerin Hanefi mezhebine göre verilmesi yönünde açık bir kayda rastlanmamaktadır. Anadolu ve Rumeli’deki Osmanlı mahkemelerinde, XVI. yüzyıla gelinceye kadar hukuki birlik ve istikrarı sağlayabilmek için ağırlıklı olarak Hanefi mezhebi uygulanmış, sosyal ihtiyacın ve hakkaniyet hukukunun gerektirdiği bazı durumlarda ise zaman zaman diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılmıştır. Ancak bu faydalanmanın sınırlı olduğunu ve davacıların mahkemede dört mezhepten dilediklerini seçme haklarının bulunmadığını ilave etmek gerekir (Aydın, s. 111-112).

Osmanlılar’da XVI. yüzyıldan sonraki kadı beratlarında ve müftü menşurlarında kaza ve fetvanın Hanefi mezhebine göre verileceği tasrih edilmiş, hatta Hanefi mezhebi içinde farklı görüşlerin bulunması halinde doktrinde en sahih görüş olarak kabul edilen kavillerin esas alınması istenmiştir. Anadolu ve Rumeli’de bu uygulama titizlikle sürdürülmüş, fakat Mekke, Medine, Halep, Kudüs, Kahire gibi ahalisinin önemli bir kısmı Hanefi mezhebi dışındaki mezheplere mensup olan yerlerde bir Hanefi başkadının başkanlığında diğer mezheplerden de kadılar (naib) ve Hanefi mezhebinin yanı sıra diğer mezheplerden de müftüler tayin edilerek mezhep mensuplarına bilhassa özel hukuk alanındaki ihtilaflarının kendi mezheplerine göre çözülmesi ve cevaplandırılması imkanı getirilmiştir (a.g.e., s. 113). Mısır’daki uygulama XIX. yüzyıla kadar böyle devam etmiş, 1805’te Mehmed Ali Paşa zamanında mahkemelerde hükümlerin Anadolu’da ve Rumeli’de olduğu gibi sadece Hanefi mezhebine göre verilmesi esası getirilmiş, bu uygulama XX. yüzyılın başına kadar sürmüştür. Selçuklu ve Osmanlılar’daki resmi mezhep uygulamasının neticede ve dolaylı olarak Hanefi mezhebinin yayılışına hizmet ettiği doğru olsa bile, bu devlet yöneticilerinin doğrudan Hanefiliği ülke genelinde yayma ve hakim kılma gibi bir amacının bulunmadığı açıktır. Resmi mezhep uygulaması, diğer İslam ülkelerinde görüldüğü gibi mümkün olduğu ölçüde hukuki birlik ve istikrarı sağlayabilmek için bir yöntem olarak seçilmiş ve o dönemde bir bakıma kanunlaştırma görevi ifa etmiştir. Esasen Osmanlılar’da belli dönemlerde el-Muħtar, Kenzü’d-deķaǿiķ, el-Viķaye, Dürerü’l-ĥükkam, Mülteķa’l-ebĥur, CamiǾu’l-fuśuleyn gibi Hanefi mezhebi içindeki kuvvetli görüşleri belirten eserlerin müftü ve kadılar arasında el kitabı olarak rağbet görmesi de aynı politikanın devamı mahiyetindedir.



Yazar Hakkında

  • @Dünya Dinleri

    @Dünya Dinleri

    Bırakın Fikirleriniz Özgür Kalsın ! https://www.alternatifforum.org

    Dunyadinleri.Com Yöneticisi