Hanefi Mezhebinin Tarihçesi

Hanefi Mezhebinin Gelişip Yayılmasında Coğrafik ve Kültürel Nedenler

Hanefi Mezhebinin Gelişip Yayılmasında Coğrafik ve Kültürel Nedenler
Yazan : @Dünya Dinleri Tarih : Kategori : Hanefi Mezhebinin Tarihçesi Yorumlar : 0 Okunma : 1742 Beğen : 0

Fıkıh mezheplerinin kuruluş ve yayılmasına tekabül eden klasik dönemde İslam toplumlarında eğitim öğretim, tedvin, ilmi münazara ve münakaşalar, dini hizmetlerin ifası, kadılık gibi faaliyetler çok defa iç içe olduğundan bir fıkıh mezhebinin tanınıp benimsenmesinde, bu tür faaliyetlerin değişik oranlarda da olsa birlikte etkili olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak bu faaliyetler, mezheplerin benimsenip yayılması sürecinin belki de en zahiri sebeplerini teşkil eder. Bununla birlikte bir bölgede herhangi bir fıkıh mezhebinin benimsenmesinde gerek o fıkıh mezhebinin doktrin ve temel tercihlerinden gerekse bölge halkının konum, imkan ve sosyokültürel şartlarından kaynaklanan başka sebeplerden de söz edilebilir.

İslam toplumunda orta seviyedeki bir ferdin ictihad derecesinde bilgi elde etme ve üretme, ameli hayatını da bu bilgilerle yönlendirme imkanına sahip olması nazari olarak mümkün görünse bile fiiliyatta toplumun büyük bir kesiminin ibadetlerinde, özel hayatlarında ve ikili ilişkilerinde herhangi bir fıkıh mezhebine göre hareket etme ihtiyacı içinde bulunduğu açıktır. Öte yandan yargılama ve uygulamada birliği sağlayabilmek amacıyla İslam devletlerinin tarihi süreç içinde, bir bakıma kanunlaştırma sayılabilecek resmi mezhep uygulamasına gitmek zorunda kaldıkları, ayrıca hukuki düşünce ve çözüm üretmede ekolleşmenin ve belirli bir gelenek oluşturmanın faydası da bilinmektedir. Öyle anlaşılıyor ki bu tabii ihtiyaç ve yöneliş, hem fert ve toplum planında fıkıh mezheplerinin hayatiyet kaynağı olmuş, hem de fıkıh mezheplerinin gelişim yönünü ve seyrini belirlemiştir. Yukarıda sözü edilen zahiri sebeplerin sonuç vermesi de bunu hazırlayan ve kolaylaştıran bu tabii ortamla açıklanmalıdır. Bu ortamın bütün fıkıh mezhepleri için genel ve kural olarak eşit bir imkan oluşturduğu söylenebilirse de her mezhebin ancak kendi bünyesine uygun bir zeminde gelişebileceği, bundan dolayı fıkıh ekolleriyle sosyal ve toplumsal çevre arasında belli ölçüde bir bağın kurulması gerektiği de inkar edilemez.

Toplumda yerleşik örf ve adetlerin, genel temayül ve sosyokültürel şartların o toplumun bir fıkıh mezhebine yatkınlığını zorlaştırdığı veya kolaylaştırdığı açıktır. Farslılar’ın, İslam fetihleri ve medeniyetiyle birlikte yıkılan devlet ve medeniyetlerine olan özlemlerini ve din kardeşleri olan müslüman Araplar’a karşı içlerinde engel olamadıkları burukluk ve tepkilerini, itikadi ve fıkhi alanda İmamiyye, Caferiyye - Zeydiyye gibi mezhepleriyle ifade etmeleri ve çoğunluğa karşı bu şekilde ayrı bir blok oluşturmaya kendilerini daha hazır görmeleri veya Kuzey Afrikalılar’ın Hicaz (Maliki) fıkhını kendi sade hayat tarzlarına ve kültür seviyelerine daha uygun bulmaları gibi (İbn Haldun, III, 1054-1055) Maveraünnehir, Horasan, Hint, Batı Türkistan vb. yeni fethedilen bölgelerde yaşayan ve Arap olmayan kavimlerin de Hanefiliği kendi örf ve adetlerine, bakış açılarına ve tabiatlarına daha uygun bulmuş olmaları muhtemeldir. Çünkü bu bağlamda Hanefilik, dinin ameli yönünün anlaşılmasında re’y ve ictihadı ön planda tutarak Hicaz-Arap toplumunun baskın örf ve telakkilerini kısmen yumuşatan ve farklı muhitlerce daha kolay benimsenebilen bir anlayışı temsil etmiştir. Diğer bir ifadeyle hukuki telakki ve kurumlar onu besleyen sosyal, kültürel ve ekonomik şartlarla sıkı sıkıya bağlı olduğundan İslam’ın ilk dönemlerinden devralınan hukuki telakki ve kurumların aynı ortak paydaya sahip Hicaz bölgesinde daha ağırlıklı olarak devam etmesi veya nasların lafzına bağlılıkla yetinen ve bölgesine bakılmaksızın ehl-i hadis diye adlandırılan kimselerce olduğu gibi kabullenilmesi çok tabii hatta gerekli karşılanırken bu şartların kısmen değiştiği toplumlarda, mesela Irak bölgesinde kısmen farklı yorum ve yaklaşımların gündeme gelmesi de aynı ölçüde tabiilik arzetmektedir. Hatta o günkü Mekke, Medine, Şam ve Irak gibi önemli ilim merkezlerinin her birinde, biraz da her fikri hareketin karşı fikirleri beslemesinin tabii sonucu olarak re’y ve hadis yanlısı iki temayülün mevcut olduğu, ancak ehl-i re’y hareketinin Irak bölgesinde daha baskın bulunduğu bilinmektedir.dunyadinleri.com Hanefiler’in, içtimai şartların daha etkili olduğu muamelat, kısmen de ahval-i şahsiyye ve ukūbat alanında zaman zaman cumhura nisbetle bir hayli farklı bakış açıları ve çözümler getirmiş olmasında böyle bir bağlantının rolü bulunduğu gibi bu durum, mezhebin yeni fethedilen ve İslamiyet’le yeni tanışan bölgelerde kabul görmesini ve yayılmasını kolaylaştırıcı bir rol de oynamıştır.

Öte yandan fıkıh mezheplerinin yayılışında ve İslam coğrafyasındaki yayılış yönünde, o mezhep imamının ve müctehidlerinin diğer bölgelerle iletişim imkanı, mesela hac yolu üzerinde bulunması da önemli bir sebep olarak kaydedilir. İbn Haldun, Maliki mezhebinin Kuzey Afrika’da neredeyse tek hakim mezhebi olmasını Medine’nin o bölge halkının hac yolu üzerinde bulunması ile ve Hicaz’ın onlar için adeta dış dünyaya açılan pencere konumunda oluşuyla açıklar (Muķaddime, III, 1055). Makdisi de Evzai’nin fıkıh imamlarından biri olduğu halde mezhebinin tanınmamış ve yayılmamış olmasını Şam’ın o günkü konumu itibariyle hac yolu üzerinde bulunmayışına bağlar (Aĥsenü’t-teķasim, s. 144). Bundan hareketle, Irak’ın doğu illeri için Hicaz bölgesine geçit ve İslam dünyası ile irtibat noktası teşkil etmesinin Hanefiliğin teşekkülünde ve doğu bölgelerinde öncelikli olarak yayılmasında ciddi ölçüde etkili olduğu söylenebilir.

Diğer birçok sebep gibi eğitim ve öğretim faaliyetinin de fıkıh mezheplerinin, bu arada Hanefiliğin yayılışıyla karşılıklı sebep-sonuç ilişkisi şeklinde bir bağlantısı olmuştur. Bununla birlikte tedris faaliyetinin mezhebin yayılış sebebi olmasından çok sonucu olması niteliği ağır basar. İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren çok amaçlı olarak kullanılan mescid ve camiler aynı zamanda bir eğitim ve öğretim kurumu gibi hizmet vermiş, buralarda genelde halka açık olarak kurulan ilim meclisleri ve ders halkaları fıkıh öğretiminin ilk ve en yaygın şeklini teşkil etmiştir. Fıkıh kültür ve birikiminin iyice geliştiği dönemlerde büyük şehirlerdeki cami ve cami külliyelerinde kurulan ve zaman zaman halife onayı ile faaliyet gösteren düzenli ders halkalarının IV. (X.) yüzyıldan sonra iyice belirginleştiği görülür. Bağdat’ta IV. (X.) yüzyılda önce Kerhi, ardından Cessas ile önemli bir atılım yapan Hanefi fıkıh öğretimi, Cessas’ın öğrencileri Ebu Bekir Muhammed b. Musa el-Harizmi, Kuduri, Hüseyin b. Ali es-Saymeri, Damegani, Ebu Abdullah Muhammed b. Yahya el-Cürcani gibi fakihlerle daha da gelişmiş olup kaynaklarda, V. (XI.) yüzyılda Bağdat ve civarında Hanefi fıkıh öğretiminin düzenli şekilde yapıldığı birçok mescid ve ders halkasından veya bir nevi medreselerden söz edilir (G. Makdisi, BSOAS, s. 17-23).

Nuaymi, Şam’da ilk Hanefi medresesinin 491’de (1098) kurulan Sadiriyye Medresesi olduğunu belirtir (ed-Daris fi tarihi’l-medaris, I, 573). Selçuklu hakimiyetiyle birlikte Suriye bölgesinde kurulmaya başlanan Hanefi medreselerinin Nureddin Mahmud Zengi’nin özel himayesiyle arttığı ve doğudan getirilen Hanefi hukukçuları ile güçlendirildiği, Eyyubiler döneminde Hanefi fıkhı öğretiminin Mısır’da da önemli bir mesafe kaydettiği görülür. Nizamülmülk tarafından 459’da (1067) başta Bağdat olmak üzere Basra, Musul, Herat, Belh, amül, İsfahan, Nişabur gibi önemli merkezlerde kurulan Nizamiye medreseleri Eyyubiler ve Memlükler devrinde V (XI) ve VI. (XII.) yüzyıllarda Hicaz, Suriye, Filistin, Mısır’da, Muvahhidler’den itibaren Kuzey Afrika’da, Anadolu Selçukluları tarafından VII. (XIII.) yüzyıldan itibaren Anadolu’da kurulan medreseler diğer dini ilimlerin yanı sıra fıkıh öğretiminin, bu arada mezhebin bölgedeki yaygınlık derecesine uygun bir önemde Hanefi fıkhının düzenli bir şekilde eğitim ve öğretiminin yapıldığı kurumlar olmuştur. Mesela Nuaymi, Suriye bölgesinde VI-X. (XII-XVI.) yüzyıllarda faaliyet gösteren elli iki Hanefi medresesi hakkında bilgi verir (a.g.e., I, 473-650).

İslam dünyasında V. (XI.) yüzyıldan itibaren devlet büyüklerinin himayesinde ve genelde vakıf statüsünde kurulan, çok defa da belirli bir veya bir iki mezhebin fıkhının öğretimine tahsis edilen bu medreselerdeki tedris ve tedvin faaliyeti yanında fıkıh mezheplerinin İslam coğrafyasının her bölgesine yayılıp yerleşmesinin ardından saray ve ilim çevrelerinde fakihler arasında baş gösteren münazara ve münakaşalar, bir yönden doktrinel fıkhın gelişmesine hizmet ettiği gibi bir yönden de taklidin ve mezhep taassubunun artıp yaygınlaşmasına yol açmıştır. Şah Veliyyullah, IV. (X.) yüzyıldan itibaren mezhep kavramının yerleşip taklidin başladığını söylerken (Hüccetullahi’l-baliğa, I, 557) Gazzali de dönemindeki (V./XI. yüzyıl) mezhep münakaşalarının nüfuz kazanma, bilgili görünme, mezhep taassubu ve dünyevi menfaat elde etme gibi amaçlarla yapılışından, cedel ve hilaf ilminin bu amaçlara hizmet etmekte oluşundan uzun uzun şikayette bulunurken (İĥyaǿ, I, 61-70) bunu kastetmektedir. Menakıb, tabakat ve tarih literatüründe, çeşitli dönemlerde sarayda veya halka açık meclislerde fakihler arasında cereyan eden fıkhi münazaralar ve mezhep taassubunun yol açtığı gruplaşmalar ve mezhepler arası mücadelelere dair örnekler çoktur. Mesela IV. (X.) yüzyıl müelliflerinden Makdisi, döneminde Sicistan’da Hanefiler’le Şafiiler’in arasının gergin olduğunu, mezhep taassubu sebebiyle kan döküldüğünü, Serahs, Belh, Semerkant da dahil birçok bölgede az veya çok böyle bir gerginlik ve taassubun bulunduğunu, padişahın ve saray erkanının huzurunda mezhep içi ve mezhepler arası ilmi münazaraların sıkça yapıldığını belirtir (Aĥsenü’t-teķasim, s. 310, 323, 336, 339 dunyadinleri.com). Bütün bu gelişmelerden Hanefi mezhebi de payını almış, gerek tedris ve tedvin faaliyeti gerekse Hanefi fakihlerinin genelde Şafii-Zahiri fakihleriyle yaptığı münazara ve münakaşalar bir yönüyle Hanefi fıkıh doktrininin gelişimine hizmet ederken diğer yönden IV. (X.) yüzyılda başlayan mezhep taassubunu ve taklit geleneğini ileriki dönemlerde daha da güçlendirmiştir. Selçuklu döneminden önce de var olan Hanefi-Şafii çatışması, Selçuklu yönetiminin Eş‘ari-Şafii bloklaşması karşısında Matüridi-Hanefi görüşüne destek vermesi Matüridiliğin Türkler arasında, Hanefiliğin de ülke genelinde yayılmasını arttırdığı gibi Şafii-Hanefi çatışmasını da bir hayli hızlandırmış, bölgelerin köklü ve büyük ailelerinde belli bir mezhebe bağlılık geleneği hakim olduğundan zaman zaman aileler, şehir ve bölgeler arası çatışma ve gerginlikler yaşanmıştır (birkaç örnek için bk. Madelung, Actasdo IV Congresso, s. 138-139).

Netice itibariyle, başta Ebu Hanife ve ilk Hanefi imamlarının tedris ve tedvin faaliyeti, öğrencilerinin üstün gayreti ve Abbasi Devleti’nin kadılkudatlık ve resmi mezhep uygulaması olmak üzere birinci ve ikinci derecede etkili olan birçok sebep sonucunda Hanefi mezhebi önce Kufe merkezli olarak Irak bölgesinde tanınıp teessüs etmiş, giderek Horasan, Harizm, Batı Türkistan, Sicistan, Sind ve Bengal gibi doğu bölgelerinde ağırlıklı olarak benimsenip yayılmıştır. Kitleler halinde İslamiyet’e girdikleri IV. (X.) yüzyıldan itibaren Türkler arasında Hanefi mezhebinin daima hakim mezhep konumunu koruduğu ve mezhebin Selçuklular ve Osmanlılar vasıtası ile Anadolu ve Balkanlar’a girdiği görülür. Makdisi’nin verdiği bilgilerden, Hanefiliğin IV. (X.) yüzyılda Yemen’in San‘a ve Sa‘de bölgelerinde yaygın olduğu (Aĥsenü’t-teķasim, s. 132), Filistin, Kuzey İran, Kafkasya ve Azerbaycan’da bir iki bölge hariç çoğunlukta bulunmadığı (a.g.e., s. 180, 379), Huzistan, Sicistan, Rey, Taberistan, Fars, Kirman gibi bölgelerde ise özellikle Şafii-Zahiri mezhebiyle, yer yer de ehl-i hadis ve Hanbeli ekolüyle dengeli bir dağılım gösterdiği, Hanefiliğin bunlardan özellikle Türk bölgelerinde daha yaygın olduğu anlaşılmaktadır (a.g.e., s. 311, 336, 339, 356-357, 359, 365, 391, 395, 415, 439, 441, 468-469, 481). İbn Haldun da döneminde (VIII./XIV. yüzyıl) Hanefiliğin Irak, Hint, Çin, Maveraünnehir ve İran’da yaygın olduğu bilgisini vermekle birlikte (Muķaddime, III, 1052) özellikle İran’la ilgili tesbitinin ihtiyatla karşılanması gerekir.

Hanefi mezhebinin ortaya çıkışı ve yayılışından günümüze kadar İslam dünyasının içtimai ve siyasi hayatında büyük değişiklikler olmuş, yeni İslam ülkeleri ve bölgeleri doğmuş, büyük göç hareketleri yaşanmış, bu arada mezheplerin İslam coğrafyası üzerindeki dağılım ve yoğunluk oranları da kısmen değişikliğe uğramıştır. Öte yandan İslam dünyasının Sünni kesiminde son yüzyıldaki İslam hukukuna dayalı kanunlaştırmalarda, idari ve hukuki düzenlemelerde, ekonomik ve siyasal organizasyonlarda, İslam hukuku araştırma ve yayınlarında, genelde asırlar boyu zenginleşerek gelişen İslam hukuk kültürü bir bütün olarak ele alındığı ve bütün fıkıh mezhepleri göz önünde bulundurulup eklektik bir yol takip edildiği için, muayyen bir fıkıh mezhebine mensubiyetin önemi daha çok ibadetler ve kısmen de ahval-i şahsiyye alanında sınırlı kalmaya başlamıştır.

Ana hatlarıyla ifade etmek gerekirse günümüzde Türkiye, Balkanlar, Bosna-Hersek, Ukrayna, Kırım, Azerbaycan, Kafkasya, Kazan, Ofa, Ural, Sibirya ve Türkistan Türkleri, Çin, Mançurya ve Japonya müslümanları, Afganistan, Horasan, Belucistan, Siyam (Tayland), Hint, Keşmir, Pakistan ekseriyetle Hanefi’dir. Yemen, Hicaz, Mısır, Filistin, Cezayir ve Tunus’ta Hanefiler’in sayısı oldukça az, Etiyopya, Suriye ve Irak’ta ise nisbeten daha fazladır.



Yazar Hakkında

  • @Dünya Dinleri

    @Dünya Dinleri

    Bırakın Fikirleriniz Özgür Kalsın ! https://www.alternatifforum.org

    Dunyadinleri.Com Yöneticisi