Kitap ve Sünnet'in Hanefi Mezhebinde Şeri Delil Olarak Yeri

Kitap ve Sünnet'in Hanefi Mezhebinde Şeri Delil Olarak Yeri
Yazan : @Dünya Dinleri Tarih : Kategori : Hanefi Mezhebi Usulü Yorumlar : 0 Okunma : 3634 Beğen : 0

Doğrudan vahye dayanması ve tevatüren nakledilmesi sebebiyle Kur’an-ı Kerim’in kaynağına aidiyetinde ve metninde şüphe bulunmadığı gibi birinci derecede dini bilgi ve hüküm kaynağı olduğunda da fakihler arasında görüş birliği vardır. Kur’an’ın tanımı, metni ve manası etrafında yer alan fıkhi tartışmalar çok sınırlıdır.

İlk Hanefi imamlarının, Arapça telaffuza güç yetiremeyen kimsenin namazda Fatiha’nın mealini okuyabileceğini söylemeleri, özellikle de Ebu Hanife’nin bu konuda oldukça müsamahalı davranması, sonraki dönem Hanefi usulcülerinin Ebu Hanife’ye göre Kur’an’ın asıl rüknünün manası olduğu, lafzının ise (nazım) mananın ayrılmaz bir parçası sayılmadığı şeklinde bir yorum yapmalarına yol açmış ve bu anlayışı destekleyen birtakım deliller ileri sürülmüştür. Ebu Hanife’nin bu ictihadının genel bir Kur’an tanımı vermeyi değil sadece namazda Fatiha’nın okunmasıyla ilgili olarak belli durumdaki kişilere geçici bir kolaylık getirmeyi hedeflediği, ancak fukaha usulündeki yaygın tümevarım metodu işletildiği için Ebu Hanife’nin ictihadından böyle bir yorum ve tanıma gidildiği söylenebilir.

Hanefiler, mütevatir olmayan (şaz) kıraatlerin Kur’an’dan sayılmayacağı ve Kuran tilaveti olarak okunamayacağı konusunda diğer fakihlerle görüş birliği içindedir. Bununla birlikte sahabiler tarafından kaydedilen şaz kıraatlerin Hz. Peygamber’in yaptığı bir açıklama olma ihtimalinin çok kuvvetli olduğu, bu sebeple de hüküm istinbatında bu kıraatlere dayanılabileceği görüşündedirler. Bu teorik tartışmanın, yemin kefareti orucunun peşpeşe tutulmasının gerekip gerekmediği gibi birkaç konu dışında pratik bir sonucu bulunmamaktadır.

Hanefi mezhebinde de sünnet kitaptan sonra ikinci sırada yer alan şer‘i delildir, bilgi ve hüküm kaynağıdır. Ancak hadislerin fıkıh sahasında Kur’an’a göre çok daha ayrıntılı ve farklı hükümler içermesi, büyük bir kısmının ahad yolla rivayet edilmiş olması, lafzan ve mana ile nakledilen hadisler ve sahabe sözleri arasında yer yer farklılıkların veya farklı anlamaya müsait ifadelerin bulunması gibi sebeplerle hadisler ayetlere göre daha çok tartışma konusu olmuş, hadisin kabulü veya terki, hadisle amel ve hadise aykırı ictihadda bulunma gibi iddia ve isnatlar fakihler arasında, özellikle de Hanefiler hakkında hiç eksik olmamıştır. Ehl-i re’y diye de adlandırılan Irak ekolünün ve bilhassa Ebu Hanife ve talebelerinin hadisi kabulde ve yorumlamada takındığı tavır ve ileri sürdüğü ön şartlar, öteden beri diğer mezhep fakihleri ve hadisçiler tarafından tartışma ve itham konusu yapılmıştır. Fakat bu hususta mezhep taassubundan ve cedel ortamından kaynaklanan aşırı ithamlar göz ardı edilirse, Hanefiler’in de sahih hadis bulunduğu ve onunla tearuz eden daha kuvvetli başka bir delil bulunmadığı sürece bu hadisle amel ettiği, hadisle kıyas çatıştığında kural olarak hadisi tercih ettikleri, ancak hadisleri kabulde ve yorumlamada birtakım farklı metot ve yaklaşımlarının bulunduğu, söz konusu tartışma ve ithamlara da esasen bu farklılıkların yol açtığı görülür.


Cumhur-ı fukaha rivayet yönüyle sünneti mütevatir ve ahad şeklinde iki kısma ayırırken Hanefiler mütevatirle ahad arasında meşhur sünnetin yer aldığını söyleyerek üçlü bir ayırım yaparlar. Mütevatir sünnetin kesin bilgi içerdiğinde ve hem itikad hem de amel bakımından kesin delil olduğunda fakihler arasında görüş birliği vardır. Hanefiler’e has olduğu belirtilen “meşhur sünnet” terimi, sahabe tabakasında ahad olarak rivayet edilip tabiin ve tebeu’t-tabiin tabakalarında tevatür derecesine ulaşan, dolayısıyla asıl itibariyle ahad, fer‘ itibariyle mütevatir olan sünneti ifade eder (Serahsi, el-Uśul, I, 292 dunyadinleri.com). Ancak kelimenin bu terim anlamını sonradan kazandığı, Ebu Hanife ve öğrencilerinin meşhur ve maruf sünnet tabiriyle, sözlük anlamına da uygun şekilde bir rivayetin birçok kimse tarafından bilinir olmasını kastettikleri anlaşılmaktadır (Ebu Yusuf, s. 38, 49; Şeybani, II, 672-673 ). Hanefiler’in genel kabulüne göre meşhur sünnet, kesin bilgi ifade etmemekle birlikte kesine yakın bilgi veya tatmin edici bilgi sağlar. Fakat bu nitelendirme ve mütevatir-meşhur ayırımı, Îsa b. Eban’dan rivayet edilen üçlü tasnifte de ifade edildiği gibi daha çok uhrevi ve dini sorumluluk açısından önem taşır ve mütevatirin inkarının dalalete, meşhurun inkarının günaha, ahadın ise sadece hataya götüreceği söylenebilir (Serahsi, el-Uśul, I, 293-294). Hanefiler’in meşhur habere dayanarak nassa, yani Kur’an’ın bildirdiği bir hükme ziyadede bulundukları, Kur’an’ın am ifadesini tahsis, mutlak ifadesini takyit ettikleri, hatta bazı ahad hadisleri meşhur hadise aykırı olduğu gerekçesiyle reddettikleri göz önünde tutulursa, ameli sahada meşhur sünneti ilm-i yakīn ifade eder tarzda kuvvetli gördükleri ve mütevatir sünnet gibi değerlendirdikleri söylenebilir. Cessas’ın meşhur sünneti mütevatirin bir nevi sayması da (a.g.e., I, 292 dunyadinleri.com) bu anlamda olmalıdır. Âhadmeşhur sünnet ayırımı, aynı zamanda Hanefi fakihlerinin Kur’an’ın genel ve mutlak ifadesiyle kısmen çatışan veya nassa ziyade hüküm getiren bir kısım sahih hadisleri esas alırken aynı nitelikte diğer bir grup hadisle amel etmeyişine de açıklık getirdiğinden sonraki dönem literatüründe sıkça kullanılan bir ölçüt olmuştur.

Hanefi fakihleri de dahil İslam alimlerinin çoğunluğu ahad sünnetin (haber-i vahid) ilim değil zan ifade edeceği, bu yüzden itikadi konularda delil teşkil etmeyeceği, fakat ameli yönden belli şartlarda delil olacağı ve kendisiyle amel edilmesi gerektiği görüşündedir. Mezhepte usul ve bu arada sünnetle ilgili metodoloji, ilk dönem mezhep fıkhı esas alınarak ileri dönemde tedvin edildiğinden Hanefi fakihlerinin ahad sünnetle amel edilebilmesi için aradıkları şartları ve bu şartların ne ölçüde genel ve geçerli olduğunu tesbit etmek bir hayli zordur. Bununla birlikte Hanefi fıkhında haber-i vahidin kitaba ve maruf sünnete aykırı bulunmaması, ravinin rivayet ettiği hadisin aksine davranmamış veya fetva vermemiş olması, haber-i vahidin sık sık tekerrür eden veya kalabalık bir grupça bilinmesi, takip edilmesi gereken bir konuda olmaması, ravi fakih değilse haber-i vahidin kıyasa ve şer‘i esaslara aykırı olmaması gibi şartların arandığı söylenebilir. Hanefi usulcüleri bu son şartı ahad sünnetin asıllara aykırı olmaması şeklinde formüle ederler. Ancak asıllardan nelerin kastedildiği konusunda aralarında görüş birliği yoktur. Mesela Pezdevi asılları kitap, maruf sünnet, umumü’l-belva ve sahabenin ileri gelenlerinin bir şey üzerindeki ittifakı olarak dört grupta toplar (Kenzü’l-vüśul, III, 8 dunyadinleri.com). Bu asılları nasların kendisi değil naslardan çıkarılan, dinin ruhuna ve genel maksatlarına uygun ilkeler olarak açıklamak ve Hanefiler’in bu metotla ahad hadisleri metin tenkidine tabi tuttuklarını belirtmek daha doğrudur. Hanefi fakihleri, bu şartları taşımadığı için diğer mezheplerce sahih addedilen birçok ahad haberle amel etmemiş ve bu yüzden diğer mezhep fakihlerinin açık eleştirilerine muhatap olmuşlardır. Fakat bu tarz metin tenkidinin sadece Hanefiler’e mahsus olmadığını, başta Malikiler olmak üzere diğer mezheplere mensup fakihlerin de yeri geldikçe benzeri bir tavır sergilediğini ayrıca belirtmek gerekir.

Hanefiler’in, haber-i vahidin kitaba ve maruf sünnete aykırı olmaması ilkesinin bir parçası olarak hadislerin Kur’an’a arzedilmesine ayrı bir önem vermeleri, birçok fıkhi ve usuli tartışmayı da beraberinde getirmiş olmakla birlikte hadislerle Kur’an arasındaki uyum ve bütünlüğü koruma ve hadislere Kur’an’ın genel çerçevesi içinde bir anlam ve yürürlük kazandırma gibi bir rol üstlenmiştir.

Âhad sünnetin kıyasla çatışması halinde hangisine öncelik verileceği konusunda Hanefi fakihleri arasında farklı iki temayülün bulunduğu bilinmektedir. İmam Muhammed’in öğrencilerinden Îsa b. Eban’ın önderlik ettiği bir grup, biraz da Ebu Hüreyre tarafından rivayet edilen musarrat hadisiyle (Müslim, “Büyu”, 11; Ebu Davud, “Büyu”, 46 dunyadinleri.com) mezhepte amel edilmemiş oluşundan hareketle, ancak ravinin fakih olması halinde ahad sünnetin kıyasa takdim edileceği görüşündedir. İkinci bir grup ise böyle bir şart aramaksızın kural olarak ahad sünnetin kıyasa takdim edilmesi gerektiğini savunur. İlk dönemden itibaren kıyasın Hanefiler arasında iki farklı anlamının bulunduğu, görüş farklılığına biraz da bu durumun yol açtığı söylenebilir.

Kitap ve Sünnet konusunda Hanefi müctehidlerinin metodolojisi ve cumhurla olan görüş ayrılıkları, klasik usul literatüründe “Kur’an ve Sünnet’in lafızlarından hüküm çıkarma metotları” veya “lafzi konular” ana başlığı altında ele alınan, mantık ve dil kurallarının da yardımıyla usulcüler tarafından bir hayli geliştirilmiş bulunan usul konularında kendini gösterir. Ancak Hanefi usulcüleri naslardan hüküm çıkarma metot ve kurallarını tesbit ederken ilk planda mezhep imamlarının ictihad ve tercihlerini temellendirmeyi hedeflediklerinden mezhepler arası metodolojik ihtilaflar aynı zamanda füru ihtilaflarının bir başka açıdan izahı mahiyetindedir.


Usulcülerin lafız-mana münasebetiyle ilgili olarak yaptıkları tartışmaların teorik boyutu dilin menşei, dilde kıyasın caiz olup olmadığı, lafızların sözlük ve şer‘i anlamı konularında, pratik boyutu ise ayet ve hadislerin lafızlarının tahlilleri yönünde kendini gösterir. Mesela Hanefi usulcüleri ve ehl-i re’y, çoğunlukla dilin ilahi değil beşeri kaynaklı olduğu görüşünü savunmuş, İmam Şafii’nin aksine Ebu Hanife lafzın örfteki kullanımını esas alıp şer‘i anlamla sözlük anlamı arasında mütereddit kalındığında ikincisini tercih etmiştir. Mesela üvey anne ile evlenme yasağı için zifafın şart koşulmuş olmasında, nebizin haram olan içkiden (hamr) sayılmayıp nebbaşın hırsız, lutinin zani kategorisinde değerlendirilmeyişinde Hanefiler’in bu anlayışının izleri açıkça görülür. Kullanımı esas almaları itibariyle Hanefiler’in bu yaklaşımı önemli bir aşama olmakla birlikte tartışmalar lafızların anlam çerçevesini pek aşmamıştır (Görmez, s. 180-181). Ancak yine de Şafii usulcülerine nisbetle Hanefi usulcülerinin, lafızların manaya delaletini sadece dil bilgisi kurallarına bağlamayıp mantık esaslarını ve re’y anlayışlarını da devreye soktuklarını belirtmek gerekir. Bu sebeple Hanefi usulcülerinin bazan çok lafzi görünen tartışmalarının arka planında onların hukuk anlayışlarını sezinlemek mümkün olur. Mesela Hanefiler’in bazı edatların tertip, peşpeşelik, takip, muhayyerlik, genellik, istisna ifade edip etmediğiyle ilgili lafzi tartışmalarını böyle değerlendirmek mümkündür. Bundan dolayı temelde dinde kolaylığın ve sadeliğin esas alınması, açık nas bulunmadan kişilere dini mükellefiyet yüklenilmemesi gibi ilkelere dayanan fıkhi tercihlerin dış görünüşte birtakım dil bilgisi ve mantık kuralları ile açıklandığı görülür.

Usulcüler, Kur’an ve Sünnet lafızlarının ifade ettiği manayı tesbit edebilmek için, dil ve mantık kurallarının ve dönemlerine kadar zenginleşerek gelen fıkıh kültür ve doktrininin de yardımıyla lafzı çeşitli açılardan birtakım adlandırma ve ayırımlara tabi tutarlar. Mesela Hanefi usulcüleri lafzı vazolunduğu mana itibariyle has, am, müşterek ve müevvel şeklinde dörtlü ayırım içinde inceler; mutlak-mukayyed, emir ve nehiy konularını da has lafzın kısımları olarak ele alırlar.

Hanefi usulünde yer alan, biri mutlak diğeri mukayyed iki nassın hükümlerinin bir, fakat hükmün dayandığı sebeplerin farklı olması halinde mutlakın mukayyede hamledilmeyeceği, Kur’an’ın am lafzının ilk olarak kıyas ve haber-i vahid gibi zanni bir delille tahsis olunamayacağı, ancak kati bir delille tahsis edildikten sonra bu tür delillerle tahsis olunabileceği, iki tür delil arasında zaman farkı olduğunda tahsisten değil nesihten söz edilebileceği şeklindeki metodolojik kurallar, mezhep imamlarına açıkça nisbet edilebilecek usuli görüşleri belirlemeden ziyade mezhebin o döneme kadar oluşan doktrinini ve mezhep imamlarından aktarılan çeşitli ictihadlarını açıklamayı veya temellendirmeyi amaçlar. Ancak burada dar anlamda, yani cüz’iden cüz’iye geçiş anlamındaki kıyasın kastedildiği unutulmamalıdır. Öte yandan Hanefi usulcüleri, özel bir hüküm içeren ahad haberin kabul edilmeyip genel nitelikli hüküm içeren ayet ve hadisin esas alınmasını, Kur’an ve hadisin am hükmünün amel yönünden özele tercih edileceği, çünkü özel hükmün özel bir olaya ve sebebe dayanmış olabileceği gerekçesiyle de açıklarlar (Serahsi, Şerĥu’s-Siyeri’l-kebir, I, 132). Gerekçe ve amaç ne olursa olsun Hanefiler’in Kur’an ve Sünnet’in genel hüküm içeren naslarını esas alıp bunların tahsisini ancak belli şartlarda kabul etmesi, ammın tahsisini ve Kur’an nassına ziyade kılmayı bir nevi nesih sayıp hem bu konuda hem de mutlakın takyidi konusunda çekimser davranması onların hadislerin Kur’an’a arzı, ahad haberin kabul şartları, nesih ve delillerin tearuzu konularında sergiledikleri tutumla uyum gösterir. Hepsinde de Kur’an hükümlerinin genellik ve bütünlüğünün korunmasına ve deliller arasında hiyerarşi ve denkliğin gözetilmesine ayrı bir özen gösterildiği takip edilir.

Hanefi fakihlerinin te’vil-i baid (hatıra kolayca gelmeyen, zorlama te’vil) ithamına sıklıkla maruz kalmaları, ilk imamlara ait ictihadların sonradan gündeme gelen ve diğer mezheplerce amel edilen hadislerle çatışması ve sonraki dönem Hanefi fakihlerinin bu ictihadla hadis arasını bulmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. IV. (X.) yüzyılın önde gelen Hanefi fakihlerinden Kerhi’den rivayet edilen, “Mezhebimizin hükümlerine uymayan her ayet ya te’vil edilmiştir yahut da mensuhtur; her hadis de böyledir, ya te’vil edilmiş, zahiri manasıyla alınmamıştır yahut da hadis mensuhtur, başka bir hadisle yürürlükten kaldırılmıştır” sözü (bk. Karaman, s. 251), mezhep doktrininin ana çatısının oluşup klasik dönemin başlamasıyla hadislerin tedvin, tasnif ve tahlil sürecinin büyük ölçüde tamamlanmasının aynı zaman diliminde kesişmesinin yol açabileceği çatışmayı giderme ve mezhep içinde yenileşmeci ve bağımsız ictihad faaliyetiyle değil mezhebin klasik çizgisi çevresinde bir çözüm arama çabasını ifade eder.

Hanefi usulünde, manaya delaletin açıklık derecesine göre lafızlar zahir, nas, müfesser ve muhkem, kapalılık derecesine göre ise hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih şeklinde dört kademede incelenir. Bu ayırımlar, daha çok deliller arası çatışmada tercih kolaylığı sağlamayı veya yapılan tercihleri açıklamayı hedefler. Kelam metodu ile yazılan usullerde ise genelde zahir-nas, mücmel-müteşabih şeklindeki ikili ayırımlarla yetinilir ve bu terimlere Hanefiler’e göre daha farklı anlam yüklenir.

Kur’an ve Sünnet lafızlarının manaya delalet yollarını Hanefiler ibare, işaret, delalet ve iktiza şeklinde dörtlü ayırım içinde ele alırken cumhur, lafzın delaletini önce mantukun delaleti-mefhumun delaleti şeklinde iki ana bölüme ayırır; sonra da ibare, işaret, ima ve iktizanın delaletini mantukun delaleti kapsamında, mefhumün delaletini de mefhumü’l-muvafaka (bu Hanefiler’deki nassın delaletine tekabül eder) ve mefhumü’l-muhalefe şeklinde ikili ayırım içinde inceler. Hangi tür delaletin diğerinden daha kuvvetli olduğu mezhepler arasında tartışmalı olup delaletler arasındaki kuvvet farklılığının pratik sonucu tearuz halinde ortaya çıkar. Mesela Hanefiler, işaretin delaletini nassın delaletinden üstün tuttukları için kasten adam öldürme fiilinde asli cezaya ilave olarak ayrıca kefaretin gerekli olmadığı görüşündedirler. Hanefiler mefhum-i muhalifi delil almayı fasid istidlal sayar ve mefhum-i muhalifle kural olarak amel edilmeyeceği, cumhur ise edileceği görüşünü benimser. Bununla birlikte her iki grubun da bu kurallarını mutlak olarak uygulamadığı, diğer bir ifadeyle her mezhebin doktrininde bu kuralın dışında kalan ictihadların bulunduğu bilinmektedir. Mesela Hanefi usulünde muktezanın umum ifade etmeyeceği, işaretin delaletinin nassın delaletinden üstün tutulduğu, hatta mefhum-i muhalifle amel edilmeyeceği gibi kurallar daha çok sonraki dönem Hanefi usulcülerinin, mezhep imamlarına ait ictihadları temellendirme ve metodolojik açıklamaya kavuşturma gayretiyle açıklanabilir. Diğer mezheplerde de aynı sürecin yaşandığını söylemek yanlış olmaz. Bu kuralların, bazan mezhebin bir iki örnek ictihadını izaha imkan verirken daha fazla örneğin kural dışında kaldığı da görülebilir.





Yazar Hakkında

  • @Dünya Dinleri

    @Dünya Dinleri

    Bırakın Fikirleriniz Özgür Kalsın ! https://www.alternatifforum.org

    Dunyadinleri.Com Yöneticisi