Hanefi Mezhebi Genel Karekteristiği

Hanefi Mezhebi Genel Karekteristiği
Yazan : @Dünya Dinleri Tarih : Kategori : Hanefi Mezhebi Genel Karekteristiği Yorumlar : 0 Okunma : 3493 Beğen : 0

Asırlarca süren bir zaman diliminde ve geniş bir coğrafyada oluşan ve yerleşen, zamanla kendi içinde çeşitli alt ekoller ve temayüller barındıran Hanefi mezhebinin genel karakteristiğini, mezhep fıkhında hakim genel çizgi ve eğilimleri tesbit etmenin kolay olmayacağı ve bunu birkaç genel ifadeyle özetlemenin güçlüğü hatta imkansızlığı ortadadır. Mezheplerin fıkıh doktrininin, özellikle de Hanefi fıkhının başlangıçta ameli veya farazi olarak gündeme gelen çeşitli münferit meselelere çözümler şeklinde doğduğu ve geliştiği, bu sebeple diğer fıkıh mezhepleri gibi Hanefi mezhep fıkhının da temelde meseleci (kazuistik) bir karaktere sahip olduğu öncelikle belirtilmelidir. Toplum-hukuk ilişkisinin çok tabii sonucu olan bu özellik aynı zamanda mezhep fıkhının, içinde bulunduğu şartları, içtimai vakıayı ve gelişmeleri yakından takip etmiş ve her olayı kurala feda etmeksizin kendi özel şartları içinde değerlendirmiş olması demektir. Öte yandan Hanefi mezhebinde başlangıçtan itibaren henüz meydana gelmemiş, fakat meydana gelmesi mümkün veya muhtemel farazi meselelerin de fıkhi tartışmalara ve çözüm arayışlarına konu edilmesi, bazı mahzurlar da taşımakla birlikte gerek benzer olaylara getirilen çözümler arasında bütünlüğü sağlaması, mezhep içinde doktrinel düşünceyi geliştirmesi, gerekse ilk imamların re’y ve ictihadlarında gözettikleri amaç ve ilkeleri kavramaya katkısı açısından oldukça faydalı olmuştur.

Hanefi fıkhında usulün ve bilhassa nasların anlaşılmasıyla ilgili lafzi yorum kurallarının sonradan ve fürudaki yerleşik görüş ve çözüm örneklerine göre oluştuğu düşünülürse, fukaha metoduyla kaleme alınan usul eserleri bir bakıma bu mezhebin füruunun temellendirilmesi ve açıklaması sayılabilir. Hanefi fıkhının genel karakteristiğiyle ilgili olarak söylenenler de aynı şekilde, mezhep imamlarının diğer fıkıh mezheplerine göre farklılık arzeden ictihadları göz önünde bulundurularak yapılan bir değerlendirme ve genellemeden öte bir anlam taşımaz. Diğer bir anlatımla, her fıkhi mesele kendi şartları içinde değerlendirilip çözümlendiği ve mezhep fıkhı da münferit meselelere getirilen çözümlerden oluştuğu, bu çözüm örneklerini gruplandırarak her birini bir kurala bağlamanın bazı zorlukları bulunduğu için yapılacak tesbitler katı ve iddialı bir ilke olmaktan çok bazı veya birçok istisnası da bulunan bir genel temayül belirlemesi mahiyetindedir.

M. Zahid Kevseri, Ebu Hanife’nin hadisle amel konusundaki prensiplerinden söz ettikten sonra onun fetvalarında kişilerin kural olarak borçsuz ve sorumsuz olması, yetişkin insanın hukuki işlemlerini mümkün olduğu ölçüde geçerli sayma, ihtilaflı konularda fakir ve zayıf tarafı gözetme gibi birtakım ilke ve amaçları göz önünde bulundurduğunu belirtir (en-Nüketü’ŧ-ŧarife, s. 259). Çağdaş İslam hukukçularından Muhammed Yusuf Musa da benzeri bir ifadeyle Ebu Hanife’nin fıkhının ibadet ve muamelatta kolaylık, fakir ve zayıf tarafı gözetme, kişinin hukuki işlemlerini imkan dahilinde geçerli sayma, fertlerin hürriyetini ve kişiliğini gözetme, devlet otoritesinin devlet başkanınca temsili şeklinde beş esasa dayandığını belirtir (Tariħu’l-fıķhi’l-İslami, III, 89-90).

Ebu Hanife’nin birçok ictihadının bu ilkelerle irtibatlandırılması ve açıklanması mümkün olup bu ve benzeri ilkeler, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed dahil diğer Hanefi müctehidlerince de büyük ölçüde korunmuştur. Ancak daha başka ilkelerin ve usul kurallarının da gözetilmesi sebebiyle mezhepte bu sayılan esaslarla açıklanamayacak ictihadların varlığı, daha doğrusu bu esasların katı bir geçerliliğe sahip bulunmadığı gözden uzak tutulmamalıdır. Öte yandan İslam hukuku bir yönüyle nakli delile yani nassa dayanmakla ve nasların anlaşılmasında lafız unsuru bütün fakihler arasında ortak bir bağ ve asgari bir mutabakat zemini oluşturmakla birlikte fakihlere veya fıkıh mezheplerine izafe edilebilecek prensip ve amaçlar, onların hem bu lafızları anlamalarında hem de nasların herhangi bir düzenleme getirmediği alanları re’y ve ictihadla doldurma faaliyetlerinde etkili olan öncelikler ve farklılıklar anlamını taşır.

Hanefi fıkhı, dış görünüşte Ebu Hanife ve öğrencilerinin re’y ve ictihadlarının hoca-talebe ilişkisi, tedris ve tedvin geleneği içinde sonraki nesillere aktarılması şeklinde teşekkül etmiş olsa bile, hem bu ilmi gelenek hem de aktarılan ictihad örnekleri mezhebin ilk müctehidlerinin bakış açılarının ve önceliklerinin sonraki nesillerce bilinmesine imkan hazırlamış ve bu ileriki dönemlerde mezhep fakihlerince genel bir temayül olarak korunmuştur. Esasen fıkıh mezhebi denince bir müctehidin görüşleri etrafında kümelenen fakihler topluluğu değil re’y ve ictihadda belirli bir anlayış, usul ve çizgi üzerinde asgari mutabakat sağlayan fakihlerin oluşturduğu genel çerçeve anlaşılmaktadır. Bu sebeple ilk imamlara ait genel temayül ve tercihlerin Hanefi mezhep doktrininde ana hatlarıyla korunmuş ve bu ilkelerin ileri dönemlerde daha da netleştirilmiş olması tabiidir. Mezhebin uzun bir zaman diliminde oluşan doktrin ve uygulama örneklerinde giderek belirginleşen külli kaideler ve bu kaidelerin tesbit ve kapsamını konu edinen kavaid ilmi, doktrinde genelde göz önünde bulundurulan ölçüleri ve öncelikleri vermeyi amaçladığından bir yönüyle mezhep fıkhının genel karakteristiğini de yansıtır.

Hanefi fıkhının Irak gibi ilim ve ticaret yönünden canlı, İslam dünyasının kuzeye ve doğuya açılan penceresi olması itibariyle de sosyokültürel ve etnik yönden oldukça renkli bir bölgede doğması, Irak’ın yanı sıra aynı niteliklere fazlasıyla sahip olan İran, Horasan ve Türkistan’da yayılmış ve gelişmiş bulunması, mezhep fıkhının hakim çizgilerinin oluşmasında son derece etkili olmuştur. Mesela Ebu Hanife’nin hayatı boyunca ticaretle meşgul olması ve ticari hayatı yakından tanımasının, ilk nesilden itibaren Hanefi fakihlerinin büyük çoğunluğunun kadılık görevini üstlenmesinin mezhep fıkhına derin etkileri inkar edilemez. Çok belirgin ve kesin bir özellik olmamakla birlikte Hanefi fıkhında ibadetler ve muamelat alanında mümkün olduğu ölçüde kolaylığın tercih edildiği ve bunun biraz da dönem ve bölgenin şartlarından kaynaklandığı söylenebilir. Hanefi fıkhında muamelat, özellikle de ticaret ve borçlar hukukunun halkın ticari örf ve adetleriyle ve ihtiyaçlarıyla da uyum içinde olarak bir hayli geliştiği, ticari muamelelerde ve borç ilişkilerinde açıklık, dürüstlük ve belirliliğin bulunması şartıyla hür teşebbüsün ve serbest ticaret ortamının korunmaya çalışıldığı görülür. Hanefi fakihlerinin akidler ve ticari ilişkilerde sıkı ve biraz da şekli unsurlar üzerinde ısrar etmeleri bu şartları gerçekleştirmeye yöneliktir. Mesela selem akdine konu olan malın cins, tür, miktar, vasıf, süre ve teslim yerinin başlangıçta belirli ve bilinir olması üzerinde titizlikle durulur. Ebu Hanife, bu şartların tam gerçekleşmeyeceği malların selem akdine konu olmasını caiz saymaz, kumaşta da ayrıntıların belirlenmesini gerekli görür (M. Ebu Zehre, s. 365-367).

Hanefi fıkhında fertlerin temel hak ve hürriyetlerinin korunmasına ayrı bir önem verildiği, çatışma halinde kişilik haklarının ön planda tutulduğu, bu anlayışın özellikle Ebu Hanife’nin ictihadlarında çok daha baskın olduğu görülür. Mezhep literatüründe yer alan ve çoğu Ebu Hanife’ye ait olan, vakfın bağlayıcı değil caiz (gayr-i lazım) akidlerden sayılması, maliki mülkünde tasarruftan meneden tedbirlerin uygun görülmeyişi, sefihin ve borçlunun hacredilmeyeceği, yetişkin kızın velisinin izni olmadan evlenebilmesi ve nikah akdini bizzat yapabilmesi, kadının belli dava türlerinde hakimlik görevini üstlenebilmesi, zimmiyi öldüren müslümana kısas uygulanabileceği, zimminin diyet miktarının müslümana eşit tutulması gibi ictihadlar bu anlayışın sonucudur. Şüpheli ve tereddütlü durumlarda hadlerin uygulanmaması da bu çerçevede düşünülebilir. Eşkıyalık suçuna devlet başkanının ayette (el-Maide 5/33) zikredilen ceza türlerinden dilediğini verebilmesi yerine, suçun her türünün karşılığında verilebilecek cezaların doktrinde belirlenmesinin tercih edilmesi ve siyaseten / ta‘ziren katli belirli suç türlerine münhasır kılıp birtakım sıkı şartlara bağlamaları da Hanefi imam ve müctehidlerinin mevcut yöneticilere böyle bir takdir hakkı vermenin keyfi uygulamalara yol açabileceği endişesini taşımaları ile, diğer bir ifadeyle dönemlerinde bir hayli güçlenmiş ve teşkilatlanmış olan siyasi iktidara karşı kişilerin temel hak ve hürriyetlerini güvence altına almak isteyişleriyle açıklanabilir.

Kişilerin tasarruflarının imkan dahilinde geçerli sayılması da kişi haklarına verilen değerin başka bir ifade şekli olup Hanefi fıkhında görülen temel eğilimler arasında yer alır. Sakat hukuki işlemlerin fesad-butlan şeklinde iki kademeli bir ayırıma tabi tutularak fasid işlemlerin iyileştirilmesine imkan tanınması, vasinin ve fuzulinin tasarrufunun cevazı, vasiyet, nikah gibi hukuki işlemlerin kuruluşu yönünde gösterilen müsamaha böyledir. Hanefiler’in insan haklarının, bu arada gayri müslimlerin temel hak ve hürriyetlerinin korunması konusunda azami titizliği göstermiş olmalarının, bu mezhebin bilhassa halkı yeni müslüman olan bölgelerde yayılmasına ve uyum göstermesine etkili olduğu söylenebilir.

Özellikle Maliki ve Hanbeli fakihlerinin, hukuki işlemlerde tarafların kasıt ve niyetine veya bir işlemin yol açacağı sonuçlara birinci derecede önem verdikleri ve bu duruma birtakım hükümler terettüp ettirdikleri bilinmektedir. Buna karşılık Hanefi fakihleri (Şafiiler de bu konuda çok defa Hanefiler’le birlikte hareket ederler) akidlerde ve hukuki işlemlerde objektif ölçülerle yetinmiş, iki fiil / hüküm arasında çok kuvvetli bir sebep-sonuç ilişkisi bulunmadıkça her olayı kendi şartları içinde ele almaya, böylece ticari hayatta ve borç ilişkilerinde açıklık, güven ve istikrarı korumaya çalışmışlardır. Bu tutumda, ilk dönemlerde Hanefi fakihlerinin büyük çoğunluğunun kadılık yapmış olmasının da payı olmalıdır. Bu sebeple Hanefi fıkhında diyani hüküm-kazai hüküm ayırımının bir hayli uygulama alanı bulduğu, bu yaklaşımın özellikle muamelat hukuku alanında belirgin şekilde sürdürüldüğü ve bir işin hukuki geçerliliğinin dini geçerlilikten ve değer hükmünden ayrı olarak ele alınmaya çalışıldığı görülür. Hatta ibadetlerde yolcular için mevcut ruhsattan masiyet işlemek için yola çıkan kimsenin de faydalandırılması, çalıntı elbise ile veya gasbedilen arazide kılınan namazın sahih kabul edilmesi, aynı anlayışın ibadetler alanında bile etkili olduğunu gösterir. Bundan dolayı Hanefiler, usuldeki tabiriyle, naslarda varid nehyin dini yasaklık dışında hukuki hükümsüzlüğe de yol açıp açmayacağı tartışmasını açmışlar, gayri müslimlerle ve düşmanla ticari ilişkiler, içki, faiz, zina gibi dini haramları doğrudan içermeyen, fakat bunlarla dolaylı olarak ilgili olan akidler; talak, yemin, ıtk gibi tek taraflı irade beyanları konusunda objektif ve şekli ölçülerle yetinmişler ve bu tutumları bilhassa Maliki ve Hanbeliler tarafından bir hayli eleştiri konusu yapılmıştır.

Başlangıçtan itibaren Hanefi fakihlerinin, çağdaşları arasında re’yi en çok kullanan kimseler olarak tanındığı, Ebu Hanife’nin düşünce sisteminde akla büyük önem verdiği bilinmektedir. İlk nesilden itibaren Hanefi fakihleri farazi fıkhi meselelerin çözümleri üzerinde tartışarak hem fıkhi çözüm üretmede inisiyatifi ellerinde bulundurmuşlar, hem de boşlukları bu usulle doldurarak doktrinin bütünlüğünü ve mantıki örgüsünü tamamlamaya çalışmışlardır. Bu metot, aynı zamanda akla ve kıyasa büyük önem veren Hanefi fakihleri için hukukçu formasyonu kazanmayı sağlayan iyi bir fikir jimnastiği görevi de görmüştür. Hanefi fakihlerinin çoğunluğu namaz ve orucun vakti, namazda rek‘atların sayısı ve namazın ifa şekli gibi teabbüdi yani sem‘i-şer‘i konular hariç iman, küfür, zina, içki gibi fiillerin akli olduğu, aklın bunların iyilik ve kötülüğünü şer‘i tebliğ olmadan da bilebileceği, ancak bu bilginin o fiilin emredilmiş veya yasaklanmış sayılmasını, dolayısıyla teklifi gerektirmeyeceği görüşüne sahip olmuşlar, böylece hüsün-kubuh konusunda Matüridi-Hanefi alimleri aklı da devrede tutan orta bir yol tutmuşlardır. Bu yaklaşım, Hanefi fıkhında ictihad kapısının daha geniş tutulduğu şeklinde de algılanabilir. Mezhep fıkhında hakim olan bu aklileşme süreci ve Eş‘ari-Şafii dayanışması karşısında gösterilen mukavemet, Ebu Hanife’ye yapılan mürcielik, Kur’an’ın mahluk olduğuna kāil olmuş gibi isnatlar da dahil, başlangıçtan itibaren Hanefiler’e birtakım eleştirilerin yöneltilmesine uygun bir ortam hazırlamıştır (Madelung, Isl., LIX, 36-39).

Hanefi fakihlerinin nakilakıl dengesini kurmada gösterdikleri bu tutum önce Mu‘tezile, V. (XI.) yüzyıldan itibaren de Matüridi ilahiyatının itikadi bir mezhep olarak Hanefiler arasında benimsenmesini ve hızla yayılmasını kolaylaştırmıştır. İmam Matüridi’nin Hanefi olmasının yanı sıra Şafii-Eş‘ari dayanışması karşısında Türk sultanlarının ve Hanefi fakihlerinin kısmen Mu‘tezili, genelde de Matüridi doktrini desteklemiş ve benimsemiş olması sonunda Hanefiliğin neredeyse Matüridiyye ile özdeşleştirildiği görülür. İleriki dönemlerde Hanefilik ile Matüridilik arasında görülen ayrılmazlığın belki de en başta gelen sebebi, Türkler’in Ortadoğu’da etkin olup Anadolu’ya yerleşmesini müteakip doğu menşeli Hanefi fakihlerinin bu bölgelere özel olarak davet edilmesi, onların gerek adliye gerekse eğitim öğretim teşkilatında ve saray çevresinde söz sahibi olup Maveraünnehir Hanefi fıkıh geleneğinin mezhep doktrininde açık bir hakimiyet kurmasıdır.

Hanefi fıkhında örfün ve içtimai vakıanın ayrı bir değer ve öneme sahip olduğu görülür. İlk nesil Hanefi müctehidlerinin nesih, örf ve istihsan anlayışları, toplumdaki ve çevre şartlarındaki değişimi yakından takip ederek getirilen fıkhi çözümlerin ameli değerini de göz önünde bulundurmaları, fıkıh usulünün ve külli kaidelerin tedvin edildiği ve doktrinin klasik çizgisinin belirginleştiği sonraki dönemde de kısmen devam etmiş, sınırlı sayıda da olsa sosyal şartların değişmesine paralel olarak yeni çözümler üretilebilmiştir. Mesela ilk devir Hanefi müctehidleri, dönemlerinde kabile ve aile birliğinin zayıflamış olmasını ve sosyal grupların yeni oluşumunu göz önüne alarak asabe bağına dayalı akıle geleneğine mesleki gruplar arası mali dayanışma şeklinde yeni bir yorum ve uygulama imkanı getirmişlerdir. Böylece toplumdaki aynı sanat ve meslek erbabının, işçilerin kendi aralarında akılenin fonksiyonunu icra edecek yeni bir sosyal güvence teşkilatı oluşturmasına imkan hazırlanmıştır. İlk Hanefi fakihleri menfaati aslen mütekavvim mal saymaz ve tazminini gerekli görmezken sonraki dönemde bu kural bazı hak ihlallerine ve suistimallere yol açması sebebiyle kısmen değişikliğe uğratılmış, yine ilk dönemlerde akidlerde sadelik ve teklik ilkesine uyularak akdi şartlara fazla müsamaha edilmezken sonradan örfen bilinen ve taraflar arasında çekişmeye yol açmayacak nitelikte olan akdi şartlar caiz görülmüştür. Hadiste buğday sahibinin değirmenciyle, elde edilecek undan bir kısmı karşılığında buğdayını öğütmesi şeklinde bir akid yapması yasaklanmışken (Beyhakī, V, 339; Zeylai, IV, 140 dunyadinleri.com) Belhli Hanefi fakihleri, örfen bilinmekte ve çekişmesiz uygulanmakta oluşunu delil getirerek yükün taşınan malın bir kısmı karşılığında taşınmasını, dokumacının dokuyacağı kumaşın bir kısmı karşılığında çalıştırılmasını ve çobanın çobanlığı süresince doğacak yavruların belli bir oranı karşılığında sürüye çoban tutulmasını caiz görmüşlerdir. Ebu Yusuf, alışveriş faiziyle ilgili hadiste (Buhari, “BüyuǾ”, 74-77; Müslim, “Müsaķāt”, 84) ribevi malların keyli veya vezni olarak zikredilmesinin örfe dayanan bir belirleme olduğunu söylemiş, Ebu Hanife şahitlerin tezkiyesini gerekli görmezken İmameyn toplum şartlarındaki değişme sebebiyle bunu gerekli görmüş, hatta aynı fakihin önceki görüşünü sonradan değiştirdiği olmuştur. Bu ve benzeri ictihad farklılıkları literatürde örfün am lafzı tahsis edip edemeyeceği, örfe dayalı nas ve örfün delil oluş şartları gibi tartışmaları ve açıklamaları da beraberinde getirmiş, bu yaklaşım tarzı, özellikle muamelat hukukunda mezhepte yerleşik bir ictihadın değişen şartlar ışığında yeniden gözden geçirilmesine imkan hazırlamıştır.

Klasik ve çağdaş literatürde, “şekil bakımından hukuka uygun bir işlem vasıtasıyla yasaklanmış bir sonuca ulaşma çabası” olarak özetlenebilecek olan hiyel ve meharic usulünü ilk Hanefi müctehidlerinin icat ettiği ve mezhepte bu metoda sıkça başvurulduğu yönünde yaygın bir iddia ve kanaat mevcuttur. Bu kanaatin oluşmasına biraz da menakıb kitaplarında Ebu Hanife’nin ince anlayışına ve zeka kıvraklığına örnek olarak zikredilen bazı görüşlerin ve hukuki çözümlerin kanuna karşı hile gibi değerlendirilmiş olması, mevsuk bir isnat olmamakla birlikte Hanefi imamlara hiyelle ilgili eserler veya birçok çözüm örnekleri nisbet edilmesi, müellifi bilinen ilk hiyel kitabının Hanefi fakihi Hassaf’a ait oluşu, mezhep içinde orta ve ileri dönemlerde hiyeli caiz görüp bolca kullanmasıyla ün salmış fakihlerin bulunması gibi durumlar yol açmıştır. Ebu Hanife’nin, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in şeklen hukuka uygun da olsa dolaylı yoldan harama ulaşmak veya bir farzı ıskat etmek için hileye başvurulmasını açıkça tenkit ettikleri, mezhep doktrininde bu görüşün hakim bulunduğu, Ebu Hanife’ye nisbet edilen hilelerin çoğunun yemin ve talak konusunda olduğu düşünülürse Hanefi fıkhında kişileri meşru yolla meşru neticelere ulaştıran, günaha girmekten koruyan, darlık ve sıkıntıdan kurtaran hukuki çözümlerin caiz görüldüğü, kanuna karşı hile teşkil eden, harama, bir hakkın iptaline veya bir vacibin ıskatına yol açan hilelerin caiz görülmediği anlaşılır dunyadinleri.com. Bununla birlikte Hanefi fıkıh literatüründe yer yer bu son grupta mütalaa edilebilecek bazı hile örneklerine rastlanılması, mezhep müctehidlerince kural olarak kabul edilen ve sınırlı olarak kullanılan hiyel prensibinin sonraki dönemde bazı Hanefi fakihleri tarafından tahric usulüyle fıkhın diğer alanlarına yayılması ve ölçüsüzce kullanılması sonucudur. Hanefi mezhebine bu konuda ağır eleştirilerin yöneltilmesine de bu son tür hile örnekleri sebep olmuştur . Öte yandan, istihsan metodunun kullanımı konusunda özel bir maharet kazanan Hanefi fakihlerinin hiyel prensibini de kural olarak kabul edip uygulamaları, bu iki usul ile mezhepte yerleşik kuralları, örnek ictihadları ve lafzi-mantıki ilkeleri iptal etmeden onların katılığını aşma ve hakkaniyet ilkesinin gerektirdiği bir çözüme gitme olarak da anlaşılabilir.



Yazar Hakkında

  • @Dünya Dinleri

    @Dünya Dinleri

    Bırakın Fikirleriniz Özgür Kalsın ! https://www.alternatifforum.org

    Dunyadinleri.Com Yöneticisi